11 Eylül 2012 Salı

"Belki de Aradıklarımız Geride Bıraktıklarımızdır"



"Çoğumuz dağlara bir şeyler aramak için gideriz. Belki de aradıklarımız geride bıraktıklarımızdır."*

E: Kimindi bu söz ?
S: Messner' indi galiba.
E: Nerede geçiyor? Özgür Ruh'da mı?
S: Olabilir. Geçen gün aradım ama bulamadım.
E: Çok merak ettim ya!!! Bulmamız lazım.
S: Ya sen önüne dikkatli bak, sapağı kaçırma.

dedi ön koltukta daha rahat bir uyku pozisyonu alabilmek için sağa doğru dönerken. Yola bakıyordum bakmasına ama kocaman dolunayın ve çalan müziklerin etkisinde ayağımı gaz pedalında unutmuştum. Tabelalara bakmak yerine sık sık dolunaya baktığım için de Gölbaşı sapağını kaçırıp tam gaz Samsun'a doğru gidiyordum! S. bir ara uyanıip da "Oğlum nereye gidiyoruz?" demese yanlış yönde 30 km degil 300 km de gidebilirdim! Hatamı geri dönerek telafi edip S' yi uyandırıyorum. Sonra da arka koltuga atlayıp sızıyorum. Araçta alışık olduğumuz şekilde 4 şoför değiliz bu kez. Sadece iki kişi olduğumuzdan dağa ulaşabilmek için iş çıkışındaki yorgunluğumuzla 920 km araba kullanacağız. Günlerce alt ekip aradık, spor tırmanış bölgesine bırakabileceğimiz insanlar aradık ancak boşuna. Öyle bir zamana denk gelmistik ki tüm kulüp tam kadro ya dağda ya da tatildeydi. Aslında bir hafta öncesine kadar ben de o tarihte izin alip BDK Dogu Duvari'na gidebilecegimi sanmiyordum. Pazartesi günü müdürümden izin alınca S' ye söyle bir mesaj attım : " Izin tamam, gidiyoruz. Let's suffer together :P "
Bu işi 3 günde ve iki kisi halletmek zorundaydık. Benim kadar asosyal olmayan partnerimin yetişmesi gereken bir düğün vardı ne de olsa...

Çukurbağ köyündeki konuksever Salim Abi'ye ulastigimizda saat 03:15'ti. Sessizce içeriye süzülüp bizler için hazirlanmis yataklara seriliyoruz.

Uyandigimda bir süre nerede oldugumu hatirlayamiyorum. Bir köy evinde uyanmayali yıllar oldu. Garip bir sekilde bir süre kendimi anneannemin evindeymis gibi hissediyorum. Perdeyi açinca Büyük Demirkazik ' in batı yüzünü görüyorum. Lacivert gökyüzüne uzanan devasa bir labirenti andırıyor.

Yengemizin hazırladığı cömert köy kahvaltısından olabildiğince çok yiyoruz. Aslında çok da iştahim yok ama kalorisi yüksek ne varsa ağzıma tıkıştırıyorum çünkü biliyorum harekete geçtikten sonra zaten zorla, yemem gerektigi için yiyeceğim. Istanbul' dan getirdiğimiz tüm teknik malzeme yine Salim Abi'nin evinin önünde serili, ikinci el esya pazari gibi bir görüntüsü var avlunun.

Sikkelere karar ver, takozlarin bir kismini birak, bu hegzantrik çok büyük salla gitsin, A 'nın friendleri at çantaya, çekicin, nut-key in ipleri saglam mi?, ekspressleri bantla (sakatladığın parmagi da bantla!), endlesslardan 90 lik ve 120 cm likleri al, bırakmalik perlon aldik mi?, toz torbaları dolu mu?, frictionların tabanları temiz mi? Uzayan giden detaylı kontroller…  Çantalar olabildigince hafif. Tulumlar yazlık, yedek bir parça bile kiyafetim yok.  Arpalık’ta indiğimizde kaslarımız gece rahat uyumanın ve sabahki kahvaltının verdiği enerjiyle yay gibi gergin. Koşarcasına oba yerine doğru ilerliyoruz. Yaklaşık bir buçuk saat sonra karşılaşıyoruz duvarla. Tüylerim diken diken oluyor. O devasa kütleyi sanki omuzlarımda taşıdığımı hissediyorum. Duvarda uzanan doğal hatları incelemek tuhaf bir çekim etkisi yaratır bende. Meydan okumayı, mücadeleyi, acizliği, kararlılığı, vazgeçmemeyi aynı anda hissediyorum.

“ I must go to the wall, driven by anger, by anguish, by anxiety. Oh precious ambition, I just want to die with a smile on my face” ** ( Duvara gitmeliyim, öfkeyle, hırsla, şiddetle yönelerek. Ey kıymetli takıntım, sadece yüzümde bir gülümsemeyle ölmek istiyorum.)
Elim mp 3 çalarıma gidiyor. Sabaton’ dan Art Of War dinleyerek  bir süre bakıyorum duvara. Tutku bir şeyi yapmak zorunda hissetmek değil mi? İtiraf etmeliyim ki aslında ikimiz de bir görevmişçesine buradayız . Duvara girip tırmanmazsak ölmüş ama  huzuru bulamamış bir zombi gibi hissedeceğim kendimi.  
Oba sakini Z. Abi yeni yapılmış tarhana ile ağırlıyor bizi. Tekepınarından katırla taşınan suyu bizimle paylaşıyor. Su sıkıntısı var kampta. S. çorba yaparken ben gündüz gözüyle tüm malzemeleri yine ortaya serip, tırmanışta kullanacağımız malzemelere göz atıyorum. Çanta hazır olunca tulumlara çekiliyoruz erkenden. Kalk borusu 03:00 te.

02:30 ‘a kadar deliksiz uyuyorum.  Her zamanki gibi uyuşuk uyuşuk ve zorundalıktan kahvaltı yapıyoruz. Tamamen enerji dengesini sağlamak için başka bir nedeni yok bu öğünün. Bu saatte yapılan kahvaltılardan gerçekten nefret ediyorum! Kaz tüyü montları da tıkıştırıp çantayı sırtlıyorum. Bu saatte uyandırılmış her Akdenizli gibi suratsızım, ay kaybolmuş güneşin doğmasına ise 2 saat var neredeyse. Gözüm sadece S’ nin ışığında yürüyorum. Genellikle uzun duvar tırmanışlarının sonunda geceye kaldığımız için bu kez bivağa garanti gözüyle bakıyoruz bu yüzden olabildiğince erken çıktık. O kadar ki duvarın girişine geldiğimizde hala karanlık!!! S. irice bir taşın üzerine tünüyor montunu giyip, kafası dizlerinde uyukluyor. Ben hiç zaman kaybetmeden bivağa girip kıvrılıyorum çantamı yastık yapıp. Kısa ama derin bir uyku çekiyorum kendime rüyalı falan. Güneşin ilk ışıklarıyla hazırlanmaya başlıyoruz. Kemer giy, ekspressleri sağa sola eşit dağıt, stopperler ve friendler sağda, sikkeleri en arkaya al çekiçle birlikte, perlonları omuzuna al, büyük hegzantricler solda, nut-key arkada. Kemer yeterince ağır oldu mu ? Olmadıysa yeni taktiğimiz olan lider çantasını al. İçine ceket ve bere koy ki emniyet alırken rüzgar yiyip momentum kaybetme. Saati çantanın göğüs perlonuna as, bu kez zamanla da yarışıyoruz. Hareket et! Hareket et!

Güneşin ilk ışıkları duvara vurunca irice bir taş S. nin soluna düşüp güzel bir krater açıyor. Göz göze gelip kaskları takıyoruz. Taşın geldiğini duyamadık bile. Gevşemek tehlikeli! İlk ip boyundaki slableri free geçiyoruz ki vınlamalar başlıyor. “Taaaaş” diye bağırıp olabildiğince yapışıyorum kayaya. Taşlardan biri omzuma diğeri de kaskıma gelip kulaklarımı çınlatıyor. Pofuduk bir çarpma sesi duyunca hemen S. ye bakıyorum:

E: Lan !?!
S: S...tir!
E: Nereye geldi !?!
S: Çantaya geldi. Sorun yok

Hızlı tırmanmalıyız burada yoksa duvarın girişinde tırmanış bitecek. Geniş ve kolay çatlaktan yan geçişe gelince ipe giriyoruz. Yan geçişte iki tane bırakılmış sikke var . Bu etabı bitirip running belay a başlıyoruz ta ki kilide kadar . İşte sıkıldığım zaman özene bezene bastırıp üzerinde çalıştığımız topoyu kontrol ediyoruz sık sık. Ardarda çakılmış iki sikkeyi de görünce doğru yerde olduğumuzu anladık. Kilit tipik bir Aladağlar bacası. 6, 6+ derecelerde sanırım. İstasyonu kurmak üzere yer ararken gözüme parıldayan İran plakası çarpıyor. Yan geçişi yapacağımız kule sistemleri görünüyor. Gözüm sürekli saatte. İran plakasında biraz mola verip laflıyoruz. İkimiz de hala agresifiz. Sorunumuzsa suyun azlığı. Su torbasının hortumundan ara ara dudakları ıslatmak için su emiyoruz. 2 lt suyun çok da yetmeyeceği belliydi aslında ama ağırlık da alamazdık. Bunun bedelini çatlayan dudaklar ve şişen dillerle ödüyorduk şimdi. Kule sistemlerindeki yan geçişten ve bacalardan sonra Kuzeydoğu sırtına bağlanırken kısa bir running belay daha yapıyoruz. Kolay etaplarda uzun süren bir running belay den sonra son dihedral ve zirve sırtı!!!
Gözüm yine saatte: 15:00!

“My best performances often developed out of depression...”( En iyi performanslarım sıklıkla depresyondan kaynaklanır...”)***

S. yanıma geliyor. Zirve defterini bulup bir iki satır bir şey yazıyorum.  Külahı inip bele vardığımızda saat 17:45.  İzmirli bir ekiple karşılaşıyoruz belde. Bizim için epey endişelenmşler –hatta durumu dramatize edip sağ salim dönmemiz için dua etmişler ???-  bize su ve elma ikram ediyorlar. İçtiğim her yudum suyun alelacele hücrelerim tarafından emildiğini hissediyorum. Taş düşme riskini almamak için grupla birlikte çarşağa girmiyoruz. Belde yine bivağa girip kestiriyoruz 1 saat kadar. Sonra yine çarşağa küfür ederek ve son güneş ışığı kırıntılarını kullanarak, çadırdan çıkışımızdan 17 saat sonra kampa dönüş.

Deliksiz bir uykunun içine düşeceğimi umarak tuluma giriyorum ancak sık sık uyanıyorum gece. Her uyandığımda çatlak dudaklarımdan sızan kanın tadı geliyor ağzıma. Eve dönmek istemiyorum, eve dönmek istemiyorum.

3-4 yıl önce yine S ile Parmakkaya ‘ya giderken işlerin buralara geleceğini pek ummuyordum. BDK Kuzey Duvarı, Vayvay Kuzeydoğu Duvarı ve BDK Doğu Duvarı gibi bir üçleme yapma niyetimiz de yoktu. Sadece tırmandık, her tırmanış bir sonrakine olan ihtiyacı doğurdu. Tıpkı alpinizmin kişiliklerimizi de etkilediği gibi. 10 yıl önce doğa sevgisi gibi romantik bir tavırla başladığım dağcılık gittikçe mazoşistik bir eğilim barındıran, bir ölçüde rekabet de içeren sportif kaygılara dönüştü.  Her seferinde çektiğimiz fiziksel acıdan bir parça daha fazlasını ararken buluyorum kendimi. Ve çekilen fiziksel acı varoluşun acısını yatıştırmaya yarıyor bir süre. Sonra yine baştan...  O sert coğrafyalar bize yalın ve dürüst olmayı öğretti. Bu yüzden günümüzün sosyal dünyasında insan ilişkilerinde her zaman başarısız olacak tipler haline geldik. İçinden geçenleri saklamayan, yalınca anlatan,  sosyal sistemin maskelerinden haberi bile olmayan kişilikler. Yine geriye dönüp baktığımda bir çok yaşıtım için çok normal gelen davranış ve ilişki biçimlerini asla kabullenip yürütemeyeceğimi anlıyorum. Tıpkı içinde bulunduğumuz çağın “kullan-at-yenisine sahip ol- kullan-at” kısır döngüsündeki insanların benim yaptığım şeyleri imkansız gördükleri gibi. Hatta bir şeye böyle uzun süre tutkuyla bağlanmama anlam bile veremedikleri gibi. Sonuçta hepimiz toplum içinde yaşasak da büyük ölçüde izole ve kendine yeter hale geldik, getirdik kendimizi. Belki de bunun bedeli ömür boyu yalnızlık çekmek ve kendimiz gibi olmayanlarla asla anlaşamamak. Bir samuray kadar gururlu, umutsuz fakat iç dünyamızı rahatlıkla açabilecek kadar cesur ve güçlüyüz.

Başkalarını çok mu katı yargılıyoruz? Evet! Ama kendimizi onlardan da katı yargılıyoruz. İpe girmeden, yürüyerek zirve yapan poz meraklılarıyla alay mı ediyoruz? Evet! Kendi teknik tırmanışlarımızla da  sürekli alay ettiğimiz, yetersiz bulduğumuz gibi. Dağcı olmayan “sivil” lerle iletişimimiz bir yerde tıkanmıyor mu? Evet! Her zaman...

İçimizde bulunan tırmanışa aç vahşi hayvanı besleyebildiğimiz sürece bu koşuşturma hiç bitmeyecek. Ta ki sonuna kadar mücadele etmeyi, gücümüz yetmediğinde ise başarısızlığı ve yenilgiyi de ağırbaşlılıkla kabul etmeyi bize öğreten dağlar bizden vazgeçinceye kadar.

*  Kitaplarımın bir çoğunu ailemin evine gönderdiğim için bu sözün kaynağını hala araştırıyorum.
**  Kiss or kill : Confessions of a serial climber, “Kiss or Kill” , Mark Twight
*** Alıntının tamamı şu şekilde : “ My best performances often developed out of depression when I used climbing as a tool to forestall suicide rather than a method of achieving it.”  Kiss or kill : Confessions of a serial climber, “The Abattoir”, Mark Twight

24 Ağustos 2012 Cuma

Planlama Notları

Grafikler aşağı trend gösteriyor. Bir mühendis sözleri evet! Dolum makinaları boş boş duruyor. Terli işçilerin gözleri bende. Bitkin gözler değil, önümdeki grafikler önemli o an benim için. İzole edilmiş ofisimde, klimanın yazın nemli sıcağını hissettirmediği , beni durağan bir iklime alıştırdığı ofisimdeyim. İşçiler benim için rakamlardan, üretimse kodlardan ibaret.  Grafikteki eğriler düşüyor bense sinirlenip hırsla programa (SAP) saldırıyorum. Önümdeki planlama tahtasında üretim planları yapıyorum. Kuruyan gözlerim, lisans ve yüksek lisans eğitiminin otomatikleştirdiği beynim tıkır tıkır işliyor. İçeri girip soru sorana duygusuzca cevap veriyorum, sert tavırlarla ne yapması gerektiğini söylüyorum. Öyle ya enseye şaplak olmamalıyım. Şirket bana bir rol biçti ve ben o rolü hakkıyla yerine getirmeliyim. Kuyruğu dik tut! Zayıflık gösterme! Kurallar bunlar. Uygula! Ne kadar sıcakta çalıştıklarının ne önemi var ki işçilerin. İsmimin ardına her "bey" eklediklerinde kendimi tam bir .öt gibi hissediyorum. Sistemin bir çarkı, sorgulamayan , hakkıyla emirleri uygulayan bir dişlisiyim. Tüm bunları tırmanışlarımı finanse edecek bir iş için yapmam ne ironik. Şarabımızı verebilmek için ezilmekten daha acı olan ezene yardımcı olmak, başka üzümleri ağırlığımızla ezmek.

 20 li yaşlarındakş gençlerin komutanlar ve politikacılar tarafından duygusuzca  ölüme sürülmesinin sebebini şimdi daha iyi anlıyorum. Kutsal kitapların cehennem tasvirinden fırlamış sıcağında çalışmadım ki!Her asker  emir veren için bir rakamdan daha fazlası değil ki ! Hiç bir politakacı eline kazma kürek ya da anahtar alıp üretimin içinde olmadı ki!

Bizi yaratan içinde bulunduğumuz koşullar ve çevremiz. Değişmez olanını insan doğası değil de belli koşullar altında farklı davranabileceğimiz olduğunu yaşayarak öğrendim!

9 Ağustos 2012 Perşembe

Döngü

Hayatta bir çok şeyin döngüsel olduğunu kavramam geleceğe giden yolda iyi bir anahtar oldu bana. Çokları eylemin önce istekle başladığını sanar ama aslında eylem isteği doğurur. Hatta istekten önce her zaman eylemin geldiğini söyleyebilirim. Eyleme geçmek isteği doğurur, istek de yeni eylemlere yol açar. Benzer bir bağlantı sevgi ile emek arasında da kurulabilir. Emek vermek, emek verdiğimiz şeyi sevmemizi sağlar. Sevgi emek verme isteğini doğurabildiği gibi emek de güçlü bir sevgi bağı kurulmasındaki ilk adımdır.
Mutluluksa davranışlarımızda gizlidir aslında. Davranışlar mutluluğa yol açar.
Bu doğadaki her şey için temel bir yasadır .

28 Ocak 2012 Cumartesi

Hayaller

Hayaller tuz buz olmak içindir. Ancak tuz buz olan her bir parça bizi yeni gerçekliklere ulaştırabilir.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Fareler ve İnsanlar

Öleceğim sahne lise yıllarından beri hep şu şekilde canlandı kafamda:


“Puslu, gri bir hava, çisentili...Bakımsız, sıvası dökülen duvarlarla çevrili dar bir sokakta, umutsuzca çarpıştığım bir iç savaşın ortasında sırtım duvarda ayaklarımı uzatmış yarı uzanır oturuyorum, yaralı. Üstümde eski ve kirli kıyafetler, elimde bir yerlerden bulduğum sürekli tutukluk yapan otomatik bir silah. Kabzası yavaş yavaş elimden kayıyor. Gözlerim ayakucumla gökyüzü arasında gidip gelirken yaralanıp kendiğimi attığım bu kuytuda hayatın anlamsızlığı düşünceleri yerini güzel anılara bırakıyor tebessümle. Son anda şaşkınlık acımasızca bir kabullenmeye dönüşüyor ve gözlerimi kapıyorum.”

Mark Twight ‘ ın Kiss or Kill makalesini ilk okuyuşumda çok etkilenmemin ve hala sıkılmadan okuyor oluşumun sebebini şimdi anlıyorum. Çünkü yukarıda tasvir ettiğim sonun bir sonraki aşaması Kiss or Kill’ in ilk cümlesi olabilir :

“Her zaman fareler tarafından kemirilerek öleceğimi düşündüm.”

Belki de bir ara sokakta yalnız başına ölen birinin sonu öldükten sonra farelerce yenmek.

2 Ocak 2012 Pazartesi

Kara Delik

Aniden sabah saatlerinde çalan telefon. Telefondan tek anlayabildiğim ".....dün....kalp krizi....öldü...."
Ardından hıçkırıklar, yatağımda kimin öldüğünü tahmin etmeye çalışmalar. Annem ölenin kim olduğunu söyleyince cenaze evi geliyor gözümün önüne. İlk kez 16 yaşında yaşamıştım bunları. Hastalığı boyunca yanından ayrılmadığım yakın arkadaşımı kanserden kaybetmem, o ağustos sıcağında içimin üşüyüşü, şaşkınlıktan tek damla göz yaşı dökemeyişim, uyuşma hissim... En çok özlem duygusu koyuyor insana. Hatıraların ete kemiğe bürünmeyişi can yakıyor. Giden için fişi aniden çekilen bir televizyon gibi ölüm, ama kalanlar için film başrol oyuncusuz devam ediyor.

Asla yüzleşip kanıksayamayacağız doğamız gereği ölümü. Ya hayatı ?

Dağcılık Kulüpleri Fikir Arenası mıdır?

Türkiye'de uzun yıllar dağcılığın lokomotifi olan köklü üniversite kulüplerinin başına gelen garip süreçlere şahit olduk. Buradan hareke...