30 Mayıs 2013 Perşembe

Taksim Gezi Parkı Direnişinden Notlar


“ Belirli bir mekanı bir süreliğine özgürleştirebilirsiniz ancak her zaman şuna şahit olacaksınız, eğer daha ileri bir özgürleştirme sürecine gitmezseniz , özgürleştirmiş olduğunuz mekan, bir süre sonra egemen pratik tekrar emilir, ele geçirilir” Henri Lefebre

Sırrı Süreyya Önder konuşurken
Uzun zamandan sonra tekrar bir eylemde buldum kendimi. Hem de hiç planlamadan, önceden düşünmeden. Tamamen reflektif şekilde. Bir süredir kendimi toplumdan izole etmem ancak gündemi takip etmeyi hiç bırakmamam sonunda buraya vardı. İş çıkışı hareketimi kısıtlayacak kıyafetlerden kurtulmak için eve uğrayıp üzerimi değiştim, çantaya lens solüsyonu ve gözlük attım, en yakın marketten bir kaç limon alıp Taksim Gezi Parkı’ nın yolunu tuttum. 
Beklemediğim şekilde dağcılık kulübümden ve derneğimden yapılanlara “eeee çok oldunuz artık” diyen insanlar da geleceğini söylüyordu. Açıkçası az kişiden de olsa böyle duyarlılık beklemiyordum. Belki de ben yanlış değerlendirmiştim insanları. Bıçak kemiğe dayanınca insanlar politize olup “Faşizme karşı omuz omuza” sloganı atabiliyorlardı ummadığım bir anda. 


Her şey iki gün önce yıkım ekiplerinin Gezi Parkı’ na yapılacak AVM için gelmesiyle başlamıştı. Ağaçlara saldıran iş makinelerinin önüne önce parkta bulunan halk dikilmişti. Tıpkı Denizli nin ana meydanı olan Çınar Meydanına adını veren 100 yıllık çınarların “caminin önünü kapatıyor” diye kesilmesi sürecinde olanlar gibi. Denizlide de önce caminin cemaati çınarların kesilmesine karşı çıkıyor ancak ortalıkta kimseler yokken belediye ekipleri bir gece operasyonuyla koca gövdeli çınarları deviriveriyordu. Şimdi hiç bir mimari özelliği olmayan cami çok net görünüyor. Çınarların yerine de plastik palmiyeler ithal edilip yerleştirildi. Taksim Gezi Parkında da böyle kendiliğinden bir hareket gelişivermişti. (Tabi ki  Türkiye'nin merkezi haline gelmiş İstanbul' un kozmopolit yapısını ve nüfus yoğunluğunu düşününce tepkinin boyutlarının çok çok büyük olacağı tahmin edilebilir, Denizli örneği ile karşılaştırmak  pek mümkün olmasa da tepkinin çıkış noktası aynı ) 
Halk isyan ediyor, sosyal medyadan haberleşip toplanıyor, kendisine oy vermemiş olsam da çok saygı duyduğum Sırrı Süreyya Önder “ben ağaçların da vekiliyim” diyerek kepçenin önüne dikiliyordu. Duyarlı sanatçılar, sivil toplum kuruluşlarının önde gelenleri bir direniş komitesi kurarak nöbet tutmaya başlıyordu. Bu arada hükümetin kapıkulu polis de boş durmuyordu tabi ki. Sosyal medyadan heberleşmeyi engellemek için jammerlar kuruluyor, TOMA lar alanı çevreliyor,  “Durun! yapmayın! yazık ağaçlara!” diyen hanım hanımcık bir kadının tam da suratının orta yerine büyük bir iş başarmışçasına biber gazı sıkılıyor, bu anın fotografı Reuters haber ajansıyla tüm dünyaya yayılıyordu.
 
Gezi Parkı direnişinin sembolü haline gelen fotograf
Alana bir iki arkadaşımla gittiğimde daha farklı bir ortam bekliyordum aslında. Eskiden hatırladığım gibi parti disiplini içinde duran insanlar değil de bir üniversite şenliğindeymişçesine çimlerde grup grup yayılan insanlar görüyorum. Direniş, grev hep asık suratla olacak değil ya! Perküsyon ekibi insanları coşturuyor, sloganlar atılıyor, halaylar çekiliyor... Kalabalık ? Akşam iş çıkış saatleri olmasına rağmen en fazla 1500 kişi. 15 milyonluk kentin göbeğinde kesilen ağaçlar için 1500 kişi. Ara ara kürsüden “ayık olalım” çağrısı da olayın nereye gidebileceğini komitenin farkında olduğunu gösteriyor. “Yarın sabah ve yarından sonra müdahale bekliyoruz” uyarıları yapılıyor ki gerçekleşiyor da. Sabah 05:00’ te düşman ordusuna taarruz edercesine polis uyarı bile yapmadan uyuyan kitleye saldırıyor, çadırları yakıyor bir eylemciyi döverek ameliyatlık hale getiriyordu. Zaten bu müdahalenin işareti bizzat Başbakanca verilmişti. Taksim Gezi Parkındaki halk için : “Orada bir şeyler yapıyorlar ama biz onun kararını çoktan verdik” diyerek saldırının ne çapta olacağını belirtiyordu. İstanbul’ un tarihinde gördüğü en büyük çevre katliamının başlangıcını ihale sırtlanları ile birlikte, şeyhülislam edasıyla en önde duran diyanet işleri başkanın arkasında dua edip tekbir getirerek ilan etmişti. Arapça dualardan başka ezberinde bir şey olmayan, hayatında iki yaprak kitap okumamış “Fatih Nesli” ne de bir hafta önce çıkarılan alkol satışını sınırlayan yasayı armağan etmeyi de unutmuyordu. 


Alandayken çevreme bakınca içime kurt düşüyor: Bu hareket yenilmeye mahkum! Seziyorum bunu. Refleks halinde oluşan her hareket gibi bu da silinip gidecek. Bunu söylerken “bu işten bir şey çıkmaz yaa” şımarıklığıyla söylemiyorum.  Ben de bu direnişin içindeyim, sonuna kadar da olacağım. Yenilen ama haklı tarafta olmayı onur sayıyorum ancak bir şeyler eksik. Kitle dağınık. Lidersiz. Belki süreç ilerledikçe bir liderlik kendi içinde daha iyi gelişecektir bilemiyorum ama daha geniş bir planın parçası olmayan bu tür tepkiler dağıtılmaya mahkum. Topluluk aynı anda dört bir yanından farklı sloganlar atıyor. Politik bir programın etrafında toplanmayan her hareket gibi. Ve iktidar her zaman olduğu gibi savaşın yerini ve zamanını kendisi belirliyor. Yani daha mücadelenin başından  galip. Biz de savunmak düşüyor ki o da uzun sürmüyor. Emrindeki ağzı köpüren polis işini gerçekten çok iyi yapıyor. Kafatası kırıyor, yerde sürüklüyor yetmezse göz altına alıp daha beterini yapıyor. Bugüne kadar iktidar yanlısı kimsenin canının yandığını görmedim geçen 10 yılda. Bu da şunu doğruluyor: Savunmada kalan kaybeder.
Güçsüzlüğümüz ve sayıca azlığımızdan kaynaklanan ve bu yüzden seçmek zorunda kaldığımız yöntemlerimiz çalışmıyor. Bu açık. Artık egemenlerden birilerinin de canı yanmalı. Cidden fiziken belki de… Kim bilir belki bir gün kalabalık öfkeden çılgına döner bir TOMA yı devirir, bir kaç parti binası kundaklanır, bir kaç vekil, bakan ya da dalkavukları kaza geçiriverir ! Uzun lafın kısası öncü, sert, politize bir liderlik artık olmalı. Eyleme katılan insanlar soludukları biber gazının, yedikleri copun, gözaltındaki işkencelerin hesabını birilerinin soracağını bilmeli. İşte o zaman her mitingten yenilmiş ordular gibi dağılmak yerine daha kararlı ve gururlu dönebiliriz. O zaman artık savaşın yerini ve zamanını biz belirleyebiliriz. Savunan tarafsa er geç kaybedecektir. Şiddet içeren yöntemlerin 70 lerle geride kaldığını düşünyordum ama faşizm her seferinde yeniden daha şiddetli daha küstahça yöntemlerle geri geliyor. Sadece emeğe, insana değil hayatın, doğanın kendisine bile karşı. Bunu da alenen sırıtarak yapıyor. Ne yazık ki tarih ilerlese de devrimci şiddet hala bir gereklilik olarak duruyor. 
(Bu yazı tamamlandığında Taksim Gezi Parkında daha büyük bir kalabalık toplanmakta idi. Tüm sezgilerimde yanılmayı çok istiyorum. Direniş sürdükçe üstüme düşen görevi sonuna kadar yapacağım.) 

29.05.2013

28 Mayıs 2013 Salı

Gece Yolculuğu



Üst katta açık kalmış musluğun inatçı sesi, açık pencereden gelen hafif rüzgar, yapış yapış bir sıcak, bir çocuğun canını alıyorlarmışçasına ağlama sesi... Boğazımı bir şey sıkıyor. Kendi elimmiş.  Bırakıyorum sıkmayı. Şu baktığım şey de tavan olmalı ?
 Neredeyim ? İstanbul?  Ev?  Evet ev. Ev kavramı çoktan uzun zamandır anlamını yitirmedi mi. “Yuva” belki de “ev” kelimesinin eskiden tanıdığım, bildiğim karşılığı olabilir. Sevdiklerinle güven dolu bir ortam. Oysa ev demek artık içine girip uyunan, kitap okunan, dinlenilen, seni dışarıdan izole eden dört duvar, çıkıp giderken geride bıraktığın tüm eşyaları döndüğünde aynı yerinde bulmak demek artık.
Yaptığın seçimler şu anda olduğun yere getirdi işte seni. Gecenin saçma bir saatinde uyanıp karanlık tavana bakıp iç konuşmalar yaptığın yere. Her şeyi bilimsel yöntemle çözeceğin hayatın burada işte, karanlıkta. Hayat çözülecek bir problemdi ve elinde güçlü bir yöntem vardı. Çözüm olarak da en çok bıçağı kullandın. Sana ağır gelen şeyleri kesip atmak için. Kestin. Kestin.Kestin. Kestikçe özgürleştin. Özgürleştikçe yalnızlaştın. Yalnızlaştıkça da mutsuzlaştın. Çözmekte zorlanmadın ama ya mutluluk? O hiç aklına gelmemişti bile. Özgürlükle mutluluğu eşit saymıştın sadece.
Yola çıkıtığın bir dolu insan yavaş yavaş farklı yönlere ayrıldı. Senin tabirinle “teslim oldular”. Ama “teslim” olanların aslında mutlu da olduğunu görmezden geldin. Toplum “dayatırdı” bizse ya “teslim olur” duk ya da “direnir” dik sıkılı dişlerimizle. Teslim olacak değildin ya tabi ki direnecektin ama neye kime ? Yeldeğirmenlerine mi ? AVM lere, mezuniyet törenlerine, Cumartesi gecesi eğlencelerine, popüler kültüre, gösterişe direndin, günübirlik ilişkilere direndin. Gün geldi insan görmemek için gece çıktın dışarı, kalabalık demek yığın demekti. Yığın demek köhnemiş değerlerin el üstünde tutulması. Sahtelik. Gün geldi hiç çıkmadın. Öyle etkili bir ilaçtı ki bu direniş alışkanlığı sadece kötü olanı değil “herşey” i birden sildi. Şimdi insanlar arasındaki ilişkilerin boşluğunda bir başına yaşayan bir kara gölge oldun. Ne kimsenin değerlerini benimsiyorsun ne de seninkilerden haberi var kimsenin.  Belki bir kaç tırmanış arkadaşı. Fazlası değil. Mutsuz oldukça ilacı daha yüksek dozda daha sık kullandın. Kalpsiz bir “übermensch” olmak  nihai huzur demekti. Hala hayattayken “nihai” huzur olabilirmiş gibi.  Ne daha fazla direnmek daha yüksek doz almak mümkün artık ne de teslim olmak. Direnişinin geldiği yer araf oldu, nihai huzur değil nihai yalnızlık.
Üzgünüm patron bugün işe gelemeyeceğim. Kendi içimden dışarıya çıkmaya çalıştım gece boyunca ve yol o kadar uzundu ki çıkamadım. Şimdi yol yorgunuyum.

27.05.2013

Dağcılık Kulüpleri Fikir Arenası mıdır?

Türkiye'de uzun yıllar dağcılığın lokomotifi olan köklü üniversite kulüplerinin başına gelen garip süreçlere şahit olduk. Buradan hareke...