13 Şubat 2018 Salı

“Ignorance is Bliss” (mi acaba?)



Kendimi bildim bileli hep meraklı biri olmuşumdur. Şimdi farkediyorum ki merak aslında bilme isteğinden doğmuyor. Öğrenme sürecinin kendisi çok ilgi çekici. Genellikle dağcılık camiasının dışından arkadaşlarım hep zirvede neler hissettiğimizi, o hissin ne olduğunu sorarlar ancak biz bir yanıt vermekte çok zorlanırız. Bence, (bundan sonra bence kelimesini kullanmayacağım çünkü bu benim blogum, istediğim gibi zırvalayabilirim, zaten tamamı benim düşüncelerim)  hisleri kelimelere dökmek oldukça zordur. Kelimelere döktüğünüz anda hissin bir parçasını kırpmış en azından bir kalıba sokmuş olursunuz. Biz genellikle net bir yanıt veremeyiz bu soruya. Yanıt veremeyişimizin sebebi zirvede olmanın veya zoru başarmanın bizim için çok da bir şey ifade etmemesidir. En azından belirli bir olgunluğa, teknik seviyeye, entelektüel seviyeye ulaşmış olanlarımız için. Mücadelenin, riskleri kontrol ederek hedefe yönelmenin bize verdiği hazdır aslında bizi çeken şey. Yani sürecin ta kendisi bizi mutlu eder. Merak edenlerin bulunma olasılığına karşın yine de hislerimi komik bulunma pahasına ifade edeceğim. Rotanın sonunda ya da zirvede aslında pek bir şey hissetmiyorum. Tek düşündüğüm kampa bir an önce inip güzel yemekler yemek veya içilecek buz gibi bir bira oluyor.
Bu noktadan, yani sürecin kendisini sevmekten bilme isteğine gelmek istiyorum. Merak dürtüsü kendimi bildim bileli yaşam enerjimi veren temel değerlerden biri oldu. Aslında bir şeyleri bilmekten ziyade öğrenme sürecinden hoşlandığımı anladım. Bilmek ise merak edilecek yeni alanlar demek. Kendini besleyen bir silsile.

Peki bilmek gerçekten mutsuzluğa iter mi ? Bilmek, nedenleri öğrenmek aslında ciddi bir sorumluluk da yükler ancak bunun panzehiri “Kendini bil”mekten geçer. Kişiliğin oluşturduğu çekirdeğin etrafındaki kontrol edilebilir alan aslında çok da uzun yarıçaplı değildir. Birey öncelikle kendi sınırlarını bilirse, bilme-öğrenme eylemi artık mutsuz edici değil özgürleştirici bir hal alır. Özgürleşme sınırlar dahilindeki sorumlulukla birleştiği zaman tatmin edici bir yaşama ulaşabiliriz. (“Bence” yazmamak için kendimi zor tutuyorum)
Deniz kıyısındaki bir kaya tırmanış bölgesine giden tırmanıcıyı düşünelim. Kahramanımızın bir parça botanik bilgisi varsa çevresindeki ağaçlara diğer bitkilere farklı bir gözle bakacaktır. Biraz jeoloji bilgisi varsa kaya yapılarının detaylarına göz gezdirecektir hatta paleantoloji ile ilgilendiyse belki de fosil yapıları keşfedecektir. Deniz bilimlerinden, ekolojiden bir parça bir şeyler bilen birinin futboldan başka bir ilgi alanı olmayan birine göre aynı hazzı aldığını söyleyebilir miyiz?
Tüm bunların sonucunda geldiğim nokta aslında kısıtlı ve tek bir yaşam süremizin olduğu ve onu anlamlı kılmanın bizim sorumluluğumuzda olduğu. Kişilik insanın kendini yaratma sürecinden, çabasından doğuyorsa hayattan alınacak doyum da yine büyük oranda (elbette tamamen olamaz) yine kendi elindedir. Bilmek sizi dogmalardan, boş inanışlardan ve en önemlisi mutluluk yanılmasından uzaklaştırır. Bilmek, öğrenmek istediğiniz konular ise kişiliğinizin bir yansımasıdır ki zaten onu da siz kendiniz yarattınız. İlgi alanı  doğa, bilim, felsefe vs olan birey hayatını da tatmin edici yaşamak için ciddi bir adım atmış olur.
Bilmek özgürleştirir, çaba ister, sorumluluk yükler, yeni alanları heyecanla keşfetmenizi hayatınıza renk katmanızı sağlar. Seçici bir şekilde öğrenmek mutluluktur. (Bence 😊 )

Aliağa-İzmir/Şubat 2018



11 Şubat 2018 Pazar

Dünkü Ben, Bugünkü Ben, Yarın..?

Uzun süredir yayından kaldırmayı düşündüğüm bir yazım var. Beni tanımayan ve blogu okuyabilecek belki de hiç tanmadığım insanlara  kendi içsel çekişmelerimi açmak aslında bende bir gerginlik yaratıyor. Ama zaten bu riski göze alarak başladım, yeni bir şeyleri risk almadan deneyimlemek imkansız. İletişim de buna dahil. Kısmen kendimle yüzleşebilme cesaretini gösterdiğim içinse aslında bir parça gururu hakettiğimi düşünüyorum.

27 yaşımdaki halime, aslında düşünce yapıma şu an katlanamadığımı farkettim. Muhtemelen 27 yaşımdaki halim de 20 li yaşlarıma katlanamazdı. Şimdi yazıyı tekrar tekrar okuduğumda içsel olarak ne denli bir çıkmaz sokakta hissettiğimi ve sıkışmışlık hissini aslında tamamen kendimin yarattığımı farkediyorum. Bunların başında büyük oranda "Yeterince iyi değilsin" diyerek dırdır eden egom geliyor. Başarı, yalnızca "Ya hep ya hiç" düşüncesi ile elde edilebilecek bir ideal, anlam ise sadece adanmışlıkla ifade edilebilen bir değerdi. Şimdi düşündüğümde ise hayatın asla siyah ve beyaz olamayacağını ve asıl tadı aslında griliğin verdiğini hissediyorum. Ve verili, sınırlı bir alanda bile aslında sonsuz farklı varyasyonun bulunabileceğini, hayatımızda bizi heyecanlandıran şeylerin dahası mutluluğun tamamen bizim sorumluluğumuzda olduğunu kabullenmiş görünüyorum. İlk anda belki de dehşete düşüren bu düşünce olgunlaştığında son derece özgürleştirici de bir yandan. Elbette beni derinden etkileyen Yıldız Silier kitaplarının ve doymaz bir iştahla okduğum evrimsel biyoloji kitaplarının payı bunda çok büyük.

Şu an ki düşünce yapımda aslında beni motive eden bir kaç kavram var. Birincisi: Optimizasyon. Mühendislik disiplininin bana kattığı bir değer olmalı. Hayatımızı kendimize göre eldeki imkanlarla optimize etmek büyük oranda bizim elimizde, sorumlusu biziz. Diğeri: Adaptasyon. Evrimsel biyolojiyi karıştırıp derinlere daldıkça tüm canlılarla aynı kökenden geliyor oluşumuz, aslında dünyaya gelmemiş, dünyadan gelmiş olmamız bende derin bir hayranlık uyandırıyor. Hayranı olduğum bilim insanı Carl Sagan' ın dediği gibi : "We are star stuff." Kolumdaki dövmenin öyküsü burada gizli.

Sonuncular ise irade ve kararlılık olmalı. Bunlar ise tamamen alpinizmin bana kattığı keskin değerler. Bazen biraz geri çekilmek son derece ilerici bir hamledir. Hatta ciddi cesaret de ister, korkuyu kabullenmek, korkuyu dışardan izleyerek yapılması gerekeni yapmak. Bunları yaparken Afrika' daki atalarımın bana bıraktığı genetik kodumdaki tüm yeteneklerimi kullanabilmek. Günümüzde doğadan oldukça uzakta olmamıza rağmen bir kaç milyon yıl önceki halimizin farkına varmak, "insansı" bizi tanımak, biyolojik limitlerimizi keşfetmek hala bende heyecan uyandırıyor.

Şimdi aşağıdaki tırmanış obsesyonlu, acı dolu karamsar genç bir adamın yazdıklarını okuyunca daralmadağımı söyleyemeyeceğim. Özgürlük-Mutluluk-Yalnızlık paradoksunu çözmeye çalışırken yumağa dolanmış hareket edemeyen bir kedi gibiymşim. Ancak onu yazmış olmaktan son derece mutluyum. Geçmişteki Eren şimdikine şişe içinde bir mesaj bırakmış, bugün, sabahki bisiklet antrenmanın verdiği huzurla, bu güzel Pazar gününde ise gelecekteki Eren' e bir yeni bir mesaj bırakıyorum şişe içinde. Umutlu ve hevesli.

Şubat - 2018 / Kozyatağı

"Üst katta açık kalmış musluğun inatçı sesi, açık pencereden gelen hafif rüzgar, yapış yapış bir sıcak, bir çocuğun canını alıyorlarmışçasına ağlama sesi... Boğazımı bir şey sıkıyor. Kendi elimmiş.  Bırakıyorum sıkmayı. Şu baktığım şey de tavan olmalı ?
 Neredeyim ? İstanbul?  Ev?  Evet ev. Ev kavramı çoktan uzun zamandır anlamını yitirmedi mi? “Yuva” belki de “ev” kelimesinin eskiden tanıdığım, bildiğim karşılığı olabilir. Sevdiklerinle güven dolu bir ortam. Oysa ev demek artık içine girip uyunan, kitap okunan, dinlenilen, seni dışarıdan izole eden dört duvar, çıkıp giderken geride bıraktığın tüm eşyaları döndüğünde aynı yerinde bulmak demek artık.
Yaptığın seçimler şu anda olduğun yere getirdi işte seni. Gecenin saçma bir saatinde uyanıp karanlık tavana bakıp iç konuşmalar yaptığın yere. Her şeyi bilimsel yöntemle çözeceğin hayatın burada işte, karanlıkta. Hayat çözülecek bir problemdi ve elinde güçlü bir yöntem vardı. Çözüm olarak da en çok bıçağı kullandın. Sana ağır gelen şeyleri kesip atmak için. Kestin. Kestin.Kestin. Kestikçe özgürleştin. Özgürleştikçe yalnızlaştın. Yalnızlaştıkça da mutsuzlaştın. Çözmekte zorlanmadın ama ya mutluluk? O hiç aklına gelmemişti bile. Özgürlükle mutluluğu eşit saymıştın sadece.
Yola çıktığın bir dolu insan yavaş yavaş farklı yönlere ayrıldı. Senin tabirinle “teslim oldular”. Ama “teslim” olanların aslında mutlu da olduğunu görmezden geldin. Toplum “dayatırdı” bizse ya “teslim olur” duk ya da “direnir” dik sıkılı dişlerimizle. Teslim olacak değildin ya tabi ki direnecektin ama neye kime ? Yel değirmenlerine mi ? AVM lere, mezuniyet törenlerine, Cumartesi gecesi eğlencelerine, popüler kültüre, gösterişe direndin, günübirlik ilişkilere direndin. Gün geldi insan görmemek için gece çıktın dışarı, kalabalık demek yığın demekti. Yığın demek köhnemiş değerlerin el üstünde tutulması. Sahtelik. Gün geldi hiç çıkmadın. Öyle etkili bir ilaçtı ki bu direniş alışkanlığı sadece kötü olanı değil “herşey” i birden sildi. Şimdi insanlar arasındaki ilişkilerin boşluğunda bir başına yaşayan bir kara gölge oldun. Ne kimsenin değerlerini benimsiyorsun ne de seninkilerden haberi var kimsenin.  Belki bir kaç tırmanış arkadaşı. Fazlası değil. Mutsuz oldukça ilacı daha yüksek dozda daha sık kullandın. Kalpsiz bir “übermensch” olmak  nihai huzur demekti. Hala hayattayken “nihai” huzur olabilirmiş gibi.  Ne daha fazla direnmek daha yüksek doz almak mümkün artık ne de teslim olmak. Direnişinin geldiği yer araf oldu, nihai huzur değil nihai yalnızlık.
Üzgünüm patron bugün işe gelemeyeceğim. Kendi içimden dışarıya çıkmaya çalıştım gece boyunca ve yol o kadar uzundu ki çıkamadım. Şimdi yol yorgunuyum.

27.05.2013"

Dağcılık Kulüpleri Fikir Arenası mıdır?

Türkiye'de uzun yıllar dağcılığın lokomotifi olan köklü üniversite kulüplerinin başına gelen garip süreçlere şahit olduk. Buradan hareke...