Bir söyleşinin ardından sıcağı sıcağına…
Dağcılık camiamız; özellikle pandeminin bitişiyle farklı platformlardan yapılan canlı yayınları bırakıp özlediğimiz büyük salon toplantılarına geri döndü. Ülkemizin köklü üniversite kulüplerinin yanı sıra sivil kulüplerin de başını çektiği son derece güzel söyleşiler hem fikir ve anı paylaşımlarına sahne oldu, hem de gerek aralarındaki mesafe dolayısıyla gerekse de pandemi sürecinden dolayı birbirini göremeyen dağcıları ve tırmanıcıları bir araya getirdi. Bu etkinliklerden ikisine konuşmacı (UDK ve DATO - kendilerine teşekkürü borç bilirim) diğerine ise dinleyici olarak katılma fırsatı buldum. BÜDAK’ın etkinliği diğer ikisinden farklıydı zira ülkemizin köklü bir üniversite dağcılık kulübünün 50. Yılı sebebiyle planlanmıştı.
Öncelikle
belirtmeliyim ki bu satırları YTUDAK/YDK kimliğimden ve tirmanis.org editörlüğü
sıfatımdan sıyrılarak yazıyorum. Yazdıklarım tamamen kişisel görüşlerimdir.
Herhangi bir oluşumu veya organizasyonu bağlamaz.
Söyleşide kendimle ilgili olarak ilk fark ettiğim şey artık Türk dağcılığının geçmişiyle ilgili daha fazla şey dinlemek, okumak istemiyor oluşumdu. Bir dönem dağcılıkla tutkuyla ilgilenmiş ancak çeşitli sebeplerden dolayı artık uzaklaşmış insanların geçmişe özlem duyarak bunları anlatmasını anlayabiliyorum. Ekipman ve iletişim eksikliği içindeyken ne denli tutku ile bu sporu el yordamıyla ilerletebildiklerini dinledikçe saygı duymamak elde değil gerçekten. Tüm eskileri saygı ile selamlarım. Bize miras bıraktıkları külliyat ve tecrübeler yolumuzu aydınlattı. Ancak kafamda oluşan soru işareti şudur: “Bayanlar-baylar, artık yetmedi mi?” Yıllarca bunları okumuş veya dinlemiş olmam sadece beni bıktırmış ancak yeni neslin ilgisini çokça çekiyor da olabilir. Ancak paragrafın başını unutmayalım: kişisel olarak ben bıktım. Blog benim olduğu için istediğim gibi içimi dökebilirim. Garip bir esriklik hali ile eski imkansızlıkları, internetin olmadığı bir dönemde asker postalları ile gidilen faaliyetleri, yapılan igloların anlatıldığı anıların sürekli dillendirilmesi günümüze veya geleceğimize nasıl ışık tutmaktadır? Geldiğimiz noktada artık bunların bir şeyleri daha ileriye götürecek anılar olduğunu düşünmüyorum. Tüm bunlar gelecek ile ilgili söyleyeceğimiz sözümüz olmayışından mıdır? Ya da yeni, özgün bir söz söylemek için kafa patlatmadığımız için midir bilemiyorum. Emin olduğum tek şey artık Türk dağcılığı tarihi ile ilgili bir şey dinlemek istemediğim. Dilerim bu satırların yazarı olarak yaşım ilerlediğinde farklı platformlardan aynı anıları tekrar tekrar anlatan birine dönüşmem. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda beni şiddetle uyarma görevini dostlarıma devrediyorum.
BÜDAK 50 Yıl Söyleşisi’ne geri dönecek olursam 50 yıllık bir kulübün salonun 3’te 1’ini bile dolduramaması üzücüydü. 4 günlük tatil olasılığı bulunan bir hafta sonunun seçilmesi de bunda büyük bir etken olabilir. Bu kısa tatillerin dağcıların büyük çoğunluğu tarafından tırmanış fırsatı olarak değerlendirildiği göz önüne alınmalıydı.
İlk kez dinlediğim Sn. Mustafa Aktar’ın konuşması şu ana kadar hiç dile getirilmemiş şeyleri içerdiği için son derece ilgi çekiciydi. Çoğumuzda bulunmayan “natüralist” bakış açısından 70’lerin dağcılık stiline kadar dinlemeye doyamadığım şeyler anlattı. Siyah beyaz fotoğrafların arka planı oluşturduğu Sn. Aktar’ın cümleleri benim için etkileyiciydi. 3 farklı kuşaktan dağcı/tırmanıcının yer aldığı “7’den 70’e BÜDAK” söyleşisi ise kulübümdekine benzer bir tonda ilerledi. Farklı kuşakların dağcılık teması ile bir araya gelebilmesinin hoş bir örneğiydi.
“Zorlu Denge:
Alpinizm, Risk & Aile” konulu sunumu ise, dostum Aykut’un bu dengeleri
kuran ve bu çabayı sistematik bir
şekilde (tam bir mühendis gibi) anlattığı akıcı bir sunumdu. “Kazalar ve
çıkarılan dersler paylaşılmalıdır” ilkesince 2022 yılında geçirdiğimiz kazanın
dürüst ve öz eleştirel paylaşımı keyifli dağcılık anlarının nasıl bir anda
trajediye dönüşebileceğini göstermesi açısından çok yararlı oldu.
Dostum
Burak’ın “Kaya Gibi Yaşasak” sunumunu izlerken içimden derin bir “oh” çektim.
Uzun süredir, geçmişten, anılardan ve derecelerden azade, kaya tırmanışı
temelinde hayatın birçok yönünü içeren bu denli “dolu” bir sunum izlememiştim.
Dinlemeye özlem duyduğum sunumların, konuşmaların aslında bu türden şeyler
olduğunu fark ettiğim bir andı. Dilerim başka konuşmacılardan da buna benzer
içerikler dinleyebilirim.
Bende hoş
duygular oluşturan konuşmaların ardından artık sadede gelebilirim. Düşündükçe
anlam veremediğim, irkildiğim hatta öfkelendiğim konuşma ise Sumru Tamer’ in
konuşmasıydı. Konu başlığı “Tırmanış, Sakatlıklar, Kadınlar Matinesi” idi ancak
konuşmayı ana olarak iki bölüme ayırabilirim. İlk bölümde Sumru’nun tırmanış
aşkı, zorluklar ve bin bir mücadeleler içinde farklı kulüplere geçerek
öğrendiği tırmanış becerileri ve sonunda 9- tırmanabiliyor olması anlatıldı. Daha da vahimi tüm bunları bir kağıttan okudu. Sıklıkla "falan" dedi. 9-
sunumda çok kez geçtiği için aklımda kalan derece oldu. Bu noktadan sakatlıklar
sebebiyle Sumru artık 9- değil 6 derece tırmanabiliyordu. 7000liklere gitmeye
çabalamıştı fakat olmamıştı. M2-M3 mix tırmanmıştı, WI3 e kadar ulaşmıştı ama daha
ileriye gitmesine vücudu izin vermemişti. Bunlar biraz da kurban rolünü andıran
bir tonda anlatıldı. Sumru da ihtiraslarıyla, derece kaygılarıyla, all-rounder
olma yolundaydı ancak sakatlıklar peşini bırakmamıştı. Sumru çoğumuz gibiydi.
Sumru’nun
sunumunun bu bölümü, sansasyonel ikinci bölümü olmasaydı da benim için oldukça
hayal kırıklığıyna sebebiyet verirdi.. Sumru kişisel hikayesini acıklı bir tonda anlatıyor, sıkça
“ben” diyor ancak sakatlık süreci, fizyolojisi, tırmanış ile sakatlıkların ilişkisi
ile ilgili yeni bir şey yine söylemiyordu. Dinlediğimiz konuşma sıkça
sakatlanan yakın arkadaşlarımın ve benim hikayesinin benzeriydi. Çoğumuz
gibiydi derken aslında bundan bahsediyorum. Beni, bizi, bize tekrar anlattı. Bende yarattığı his “E ne dinledik ki biz
şimdi?” oldu.
“Kadınlar
Matinesi” bölümü oldukça sakin bir tonda başlamıştı. Kadın tırmanıcıların tanık
olduğu zorbaca tavırlar, insanlık dışı davranışlardan örnek verildi. Bazı örnekler
bizleri cidden şoke etti. Sumru O’na atılan mesajlardan örnekler okudu, bazı
mesajları birkaç kez okudu, çoğumuzu da düşüncelere boğdu. Boğdu da, soru cevap
kısmında iş garip bir hal almaya başladı. Aramızdaki en nahif en insancıl ve en
demokrat insan olan dostum Burak’ın üslup ile ilgili sorusu ile salon bir anda,
anlam veremediğimiz bir şekilde çalkalanmaya başladı. Burak’ın sorusu “biraz
daha az keskin söylemlerle daha anlaşılır olmaz mısınız?” minvalinde bir
soruydu. Oldukça da yapıcıydı. Ancak konu birden Burak’ın montajlarından biri olan bir videoya geldi. Burak “ben bunu sizinle aynı yerden
baktığımı paylaşmak için yaptım” dese de arka sıralardan “Gösterebilir misin
burada” diyen Arda’nın tepkisi ile gerilim daha da tırmandı. Arda "1900lerin başında kadınlar üniversiteye bile gidemiyordu" diyerek bizleri aydınlatarak devam etti. Burak defalarca
niyetini açıklasa da, etkinlikten önce özel mesaj olarak gönderdiği video
bağlamından koparılarak bir grup insan ile çoktan paylaşılmıştı. Salondaki
dinleyicilerin bir kısmı ise Burak’ı zan altında bırakan söylemlerin etkisi ile
o anda peşinen yargıya vardı. Yakın dostum medenilikten taviz vermeden cevap
veriyor ancak salona yetmiyordu. Sesler yükseldi, bir taraf “bir dakika
anlatayım” dedikçe sloganvari tonda laflar atıldı. Tıpkı gösterisinin 15 saniyelik
bölümünün kesilerek Twitter ortamına atılan ve linçlenen stand-upçıların
yaşadığına benzer bir şey yaşandı. Son olarak hepimiz kafasında oluşan öfke,
soru işaretleri ve şaşkınlıkla öğle arasına geçildi. Hepimiz oldukça üzgün,
öfkeli, kırgın ve şaşkındık. İçinde bulunduğumuz durumun ne olduğuna anlam
veremedik.
Tüm bunların
sonrasında salonda tartışan gruplar sanki arkadaşlar değil de aralarında bir
fay kırığı olan iki toprak parçası gibi ayrıldı. Aykut ve Burak’ın sunumunu
dinlemeden çekip gittiler ya da boykot ettiler. Biri Almanya’dan diğeri
Çekya’dan gelen, saatlerce süren hazırlık sonrası -ki Aykut’un sunum üzerinde
biraz daha çalışmak için son gece 3’e kadar çalıştığına şahidim- yaptıkları
konuşma bu anlamsız ve tatsız olayın gölgesinde mide bulandıran, acımsı bir tat
ile geçti.
Şunca küçük ve yüksek eğitimli camiamızda asgari medeniyet içeren bir iletişimi başaramayarak günü tamamladık. Köprüler onarılmaz halde, herkes yine kendi yaşamına çekildi. Verilmek istenen bir mesaj vardı ise bile çoğumuz onun ne olduğunu hatırlamıyoruz. Tüm bu yaşananlardan sonra iyi niyetin ve harcanan emeğin şımarıkça kaprislerle heba edildiğini düşünüyorum. Kimse, hiçbirimiz bundan ders çıkarmak için zahmet etmesin zira farklı paralel evrenlerin insanlarıyız. İki paralel evren gibi birbirimize temas etmemek ümidiyle.
22.04.2024
Kartal, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder