Şüphe etmek. Hemen her şeyden
ancak var olanın veya görünenin ardında art niyet aramak değil. Farklı düşünmeye
çalışmak. İçinden geçtiğim bilimsel eğitim, yöneldiğim bilimsel analitik
düşünüş tarzı bir noktadan sonra her şeyi parçalara bölerek anlamaya çalışma,
anladığım küçük veri paketlerini derleyip toplama sonra da onlardan bir sentez
yaparak “bilgi” ye ulaşmaya vardı. Ulaştığım “bilgi”ler ise geleceği
kestirmeme yarıyor veya öyle sanıyorum. Zaten beynin varoluş amacı da tamamen
bizi hayatta tutmak ve geleceği önceden tahmin ederek güvenlik sağlamak değil
mi ? (Aha yine çıkarım yaptım!) Peki şüpheci olmak diğer düşünüş biçimlerine biraz
daha baskın geldiğinde nereye varıyor?
Kişinin kendinden şüphe etmesine!
Bir süre sonra kendi
hareketlerinin ardındaki anlamı bulmaya çalışmasına. Neyi, neden yaptığını
kendine açıklamaya çalışmasına. Kendini, kendine açıklamaya çalışarak iç huzuru
sağlamaya çalışmasına… Bu şekilde
açıklamalarla desteklenen davranışlarının sonunda yine geleceğe dair bir
öngörüde bulunmasına. Hatta abartırsak lineer bir doğrultuda her şeyin
ilerlemesini istemesine. Hayatın hiçbir zaman
lineer ilerlemediği gerçeğine gelirsek şüpheciliğin, veri toplamanın ve
geleceğe dair öngörüde bulunarak böyle bir istenç yaratmasının sonunun her zaman değil ama
büyük bir olasılıkla hüsran olacağı söylenebilir. Uğranılan hüsran ise
verilerden yola çıkarak yaptığımız öngörünün yanlış olduğu gerçeğini yüzümüze
vurur. Sonuç dev bir “Acaba doğru mu yapıyorum?” Bu virüs bir kez bulaştığı
zaman her hareketi, her davranışı biraz eksiltir. Tutuklaştırır, yapmacıklaştırır,
tatsızlaştırır.
Hep sevdiğim bir örneği vererek devam
edeceğim: Otopsi. Canlı bir organizmaya otopsi yaparsanız onun tüm biyolojik
yapısı ile ilgili bilgi edinebilirsiniz, anlayabilirsiniz ancak tüm işlemler
olup bittiğinde dev bir gerçek de önünüzde durur: Onu öldürdünüz! O birey
hakkında her şeyi biliyorsunuz ancak onun geleceği hakkında artık bir öngörüde
bulunamazsınız. Jung’ un verdiği örnekteki gibi: “ Diyelim ki bir kıyıdaki
çakıl taşlarının ortalama ağırlıkları 145 gram olarak saptamış olayım. Bu bilgi
çakıl taşlarının gerçek niteliği konusunda bize pek az şey söylemiş olur. Bu
bilginin ışığı altında 145 gramlık çakıl taşı bulabileceğini düşünen kimseyi
gerçek bir düş kırıklığı bekliyor.”
Benim bloğum olduğuna göre artık
kendimden bahsedebilirim. Uzunca bir süre hayatımı kaplayan aktiviteler için
eleştiriler, akıl vermeler, hadsizce öğütler dinledim. Ana akim(mainstream)
olana kulakları asmamak, “toplum” dediğimiz arka plan gürültüsüne kulaklarımızı
tıkamak bazen insan üstü bir çaba gerektiriyor. Bir metal konserinde uyumaya
çalışmak gibi… Öğütler bazen “artık yetişkinsin hobiler geride kaldı”, “geç
olmadan evlen, çocuk yap” ile başlardı
bazen de neden “kredi ile ev ya da araba almadığımı” sormaya varırdı. Biraz da son dönemde okuduğum doğu
felsefesinin ve Nietzche’ nin etkisiyle artık bunun sadece bana ait bir yol
olduğunu ve sadece benim yürüyebileceğimi anlayabiliyorum.
Artık “neden tırmanıyorsun?”, “neden
okuyorsun?”, “neden bisiklete biniyorsun”, “neden yazıyosun?” un tek cevabı var
benim için: çünkü seviyorum. Gerçekten seviyorum ki karşılık beklemiyorum.
Tıpkı her zaman severek aklıma gelen “Güzel bir fizik aktivitenin yan ürünüdür” mottosundaki gibi. Artan genel kültürünüz okumanın, öğrenmenin “yan ürünü”dür. Artan aerobik kapasitesiniz bisiklet üzerinde kilometrelerce
seve seve acı çekmenin “yan ürünü” dür. Artan tırmanış dereceleriniz koşa koşa
gün doğmadan gittiğiniz tırmanışların “yan ürünü” dür.
Yıllar sonra epeyce bir analiz ve
sorgulamadan sonra geldiğim nokta severek yaptığımız aktivitelerin, aslında
sevgimizin sorgulanması anlamına geldiği, bunun da canlıya otopsi yapmaya
benzediği oldu.
Kişinin kendi olarak kendi yolunda yürümesi kadar hayat dolu bir eylem
daha yok.
Bu Pazar çiziktirmesini “aktif
nihilizm”i bana aşılayan, hayranı olduğum Nietzsche’ den bir alıntı ile bitiriyorum:
“Senden başka hiç kimse, seni hayat nehrinin öte yanına geçirecek
köprüyü inşa edemez. Seni seve seve karşı tarafa taşıyacak yollar, köprüler,
sayısız yarı-tanrı vardır, ama öz benliğini kaybetmen pahasına: Kendi benliğin
önce rehin alınıp sonra kaybedilecektir.”
“Senden başka kimsenin yürüyemeceği bir yol vardır. Onun nereye gittiğini
sorma; düş yola. Ne demişler: ‘Bir insan asla, yolun kendisini nereye götüreceğini
bilmediğ zamanki kadar yükselemez.’.”
“En etkili yol şudur: Büyümekte olan ruhun şu soruyla bakmasına izin
verin: ‘Neyi gerçekten sevdin? Ne seni hazırladı, işledi ve kutsadı? Saygı
duyduğunuz şeyleri önünüze sıralayın. Belki de o şeylerin varlıkları ve
sıralanmaları, bir düzeni yansıtır; gerçek benliğinizin temel düzenidir bu. Bu maddeleri
karşılaştırın. Nasıl birinin diğerini tamamladığını ve genişlettiğini ve
aştığını ve açıkladığını düşünün: Nasıl da bunca zamandır gerçek benliğinizi
bulmak için tırmanıp durduğunuz bir merdiven oluşturduklarını. Çünkü gerçek
benliğiniz içinizin derinliklerinde saklı değildir. Ölçülemeecek kadar
yüksekte, ya da en azından genellikle olduğunu sandığınızdan daha yukarıdadır.” (Eğitici olarak Schoppenhauer, 1874)
Kozyatağı-Şubat 2019