17 Şubat 2019 Pazar

"Self Doubt" Üzerine - Pazar Çiziktirmesi


Şüphe etmek. Hemen her şeyden ancak var olanın veya görünenin ardında art niyet aramak değil. Farklı düşünmeye çalışmak. İçinden geçtiğim bilimsel eğitim, yöneldiğim bilimsel analitik düşünüş tarzı bir noktadan sonra her şeyi parçalara bölerek anlamaya çalışma, anladığım küçük veri paketlerini derleyip toplama sonra da onlardan bir sentez yaparak “bilgi” ye ulaşmaya vardı. Ulaştığım “bilgi”ler ise geleceği kestirmeme yarıyor veya öyle sanıyorum. Zaten beynin varoluş amacı da tamamen bizi hayatta tutmak ve geleceği önceden tahmin ederek güvenlik sağlamak değil mi ? (Aha yine çıkarım yaptım!) Peki şüpheci olmak diğer düşünüş biçimlerine biraz daha baskın geldiğinde nereye varıyor?

Kişinin kendinden şüphe etmesine!

Bir süre sonra kendi hareketlerinin ardındaki anlamı bulmaya çalışmasına. Neyi, neden yaptığını kendine açıklamaya çalışmasına. Kendini, kendine açıklamaya çalışarak iç huzuru sağlamaya çalışmasına…  Bu şekilde açıklamalarla desteklenen davranışlarının sonunda yine geleceğe dair bir öngörüde bulunmasına. Hatta abartırsak lineer bir doğrultuda her şeyin ilerlemesini istemesine.  Hayatın hiçbir zaman lineer ilerlemediği gerçeğine gelirsek şüpheciliğin, veri toplamanın ve geleceğe dair öngörüde bulunarak böyle bir istenç  yaratmasının sonunun her zaman değil ama büyük bir olasılıkla hüsran olacağı söylenebilir. Uğranılan hüsran ise verilerden yola çıkarak yaptığımız öngörünün yanlış olduğu gerçeğini yüzümüze vurur. Sonuç dev bir “Acaba doğru mu yapıyorum?” Bu virüs bir kez bulaştığı zaman her hareketi, her davranışı biraz eksiltir. Tutuklaştırır, yapmacıklaştırır, tatsızlaştırır.

Hep sevdiğim bir örneği vererek devam edeceğim: Otopsi. Canlı bir organizmaya otopsi yaparsanız onun tüm biyolojik yapısı ile ilgili bilgi edinebilirsiniz, anlayabilirsiniz ancak tüm işlemler olup bittiğinde dev bir gerçek de önünüzde durur: Onu öldürdünüz! O birey hakkında her şeyi biliyorsunuz ancak onun geleceği hakkında artık bir öngörüde bulunamazsınız. Jung’ un verdiği örnekteki gibi: “ Diyelim ki bir kıyıdaki çakıl taşlarının ortalama ağırlıkları 145 gram olarak saptamış olayım. Bu bilgi çakıl taşlarının gerçek niteliği konusunda bize pek az şey söylemiş olur. Bu bilginin ışığı altında 145 gramlık çakıl taşı bulabileceğini düşünen kimseyi gerçek bir düş kırıklığı bekliyor.”  
Benim bloğum olduğuna göre artık kendimden bahsedebilirim. Uzunca bir süre hayatımı kaplayan aktiviteler için eleştiriler, akıl vermeler, hadsizce öğütler dinledim. Ana akim(mainstream) olana kulakları asmamak, “toplum” dediğimiz arka plan gürültüsüne kulaklarımızı tıkamak bazen insan üstü bir çaba gerektiriyor. Bir metal konserinde uyumaya çalışmak gibi… Öğütler bazen “artık yetişkinsin hobiler geride kaldı”, “geç olmadan evlen, çocuk yap”  ile başlardı bazen de neden “kredi ile ev ya da araba almadığımı” sormaya varırdı.  Biraz da son dönemde okuduğum doğu felsefesinin ve Nietzche’ nin etkisiyle artık bunun sadece bana ait bir yol olduğunu ve sadece benim yürüyebileceğimi anlayabiliyorum.
Artık “neden tırmanıyorsun?”, “neden okuyorsun?”, “neden bisiklete biniyorsun”, “neden yazıyosun?” un tek cevabı var benim için: çünkü seviyorum. Gerçekten seviyorum ki karşılık beklemiyorum. Tıpkı her zaman severek aklıma gelen “Güzel bir fizik aktivitenin yan ürünüdür” mottosundaki gibi. Artan genel kültürünüz okumanın, öğrenmenin “yan ürünü”dür.  Artan aerobik kapasitesiniz bisiklet üzerinde kilometrelerce seve seve acı çekmenin “yan ürünü” dür. Artan tırmanış dereceleriniz koşa koşa gün doğmadan gittiğiniz tırmanışların “yan ürünü” dür.
Yıllar sonra epeyce bir analiz ve sorgulamadan sonra geldiğim nokta severek yaptığımız aktivitelerin, aslında sevgimizin sorgulanması anlamına geldiği, bunun da canlıya otopsi yapmaya benzediği oldu.

Kişinin kendi olarak kendi yolunda yürümesi kadar hayat dolu bir eylem daha yok.

Bu Pazar çiziktirmesini “aktif nihilizm”i bana aşılayan, hayranı olduğum Nietzsche’ den bir alıntı ile bitiriyorum:

“Senden başka hiç kimse, seni hayat nehrinin öte yanına geçirecek köprüyü inşa edemez. Seni seve seve karşı tarafa taşıyacak yollar, köprüler, sayısız yarı-tanrı vardır, ama öz benliğini kaybetmen pahasına: Kendi benliğin önce rehin alınıp sonra kaybedilecektir.”
“Senden başka kimsenin yürüyemeceği bir yol vardır. Onun nereye gittiğini sorma; düş yola. Ne demişler: ‘Bir insan asla, yolun kendisini nereye götüreceğini bilmediğ zamanki kadar yükselemez.’.”
“En etkili yol şudur: Büyümekte olan ruhun şu soruyla bakmasına izin verin: ‘Neyi gerçekten sevdin? Ne seni hazırladı, işledi ve kutsadı? Saygı duyduğunuz şeyleri önünüze sıralayın. Belki de o şeylerin varlıkları ve sıralanmaları, bir düzeni yansıtır; gerçek benliğinizin temel düzenidir bu. Bu maddeleri karşılaştırın. Nasıl birinin diğerini tamamladığını ve genişlettiğini ve aştığını ve açıkladığını düşünün: Nasıl da bunca zamandır gerçek benliğinizi bulmak için tırmanıp durduğunuz bir merdiven oluşturduklarını. Çünkü gerçek benliğiniz içinizin derinliklerinde saklı değildir. Ölçülemeecek kadar yüksekte, ya da en azından genellikle olduğunu sandığınızdan daha yukarıdadır.” (Eğitici olarak Schoppenhauer, 1874)

Kozyatağı-Şubat 2019

Dağcılık Kulüpleri Fikir Arenası mıdır?

Türkiye'de uzun yıllar dağcılığın lokomotifi olan köklü üniversite kulüplerinin başına gelen garip süreçlere şahit olduk. Buradan hareke...