
My rating: 5 of 5 stars
View all my reviews
Daha önce geriye dönük iz sürerek okuduğum kitaplar listesinden sonra spor tırmanış rotalarına da el atmış bulunmaktayım.
2003-2006 arasında el yazısıyla tuttuğum defterdeki notları sonraki yıllarda devam ettirmeyişim bu çalışmayı oldukça zor bir hale getirdi. Eski rehber kitaplarda (+) ile işaretlediğim rotaları eklerken yeni versiyonlarında bu işaretlerin olmadığını fark ettim. Böylece Geyikbayırı gibi devasa bir bölgenin rehber kitaplarının her güncellenmiş hali üzerinde çalışmak zorunda kaldım. Her versiyonda bazı işaretler vardı ve bunları işaretleyip birlestirmem epey zaman aldı.
Denizli, Karakayalar, Kaynaklar görece daha kolay oldu zira Denizli kendi bölgem, Karakayalarda da görece az rota var ve hepsi hafızamda. Kaynaklara da 20 yılda topu topu 2 kez gittiğimden zaten biriken pek rota yoktu.
En sevdiğim bölgelerden biri olan Sarıkaya konusunda şanslıydım çünkü rehber üzerinde hepsini işaretlemiştim. En çok zorlandığım bölge ise Olimpos oldu. Toplamda 3-4 kez gittiğim ve rehberde işaretlediğim rotaların az olmasından dolayı hafızamı epey zorladım. Etik gerekçeler sebebiyle tırmanıp tırmanmadığımdan emin olmadığım rotaları "tırmanılmamış" kabul ettim.
Tarih konusu epey çetrefilli daha önce anlattığım 2003-2006 arasındaki kayıtlarda tarih ve emniyetçi bilgileri de titizlikle tutulmuş fakat sonrasında rehber kitaplardaki (+) yanına bir tarih atmamışım. Bu yüzden bulabildiğim her türlü iz, kayıt, Facebook postlarını, Instagram postlarını taradığımda hangi tatilde veya hangi tarih aralığında o bölgedeysem o aya ait resmi tatillere yakın bir tarih girdim. Örn: Eskiden Kurban Bayramı kışa yakındı ve ben 4-5 sene üst üste her bayram tatilini Geyikbayırında geçirdim veya her yıl kulüp faaliyetleri Karakayalarda Nisan sonu veya 19 Mayıs civarında olurdu. O senelerde çıktığım rotaları tahmin ettim. Fotoğraflardan sektör bilgilerini kestirdim ancak net tarihi hatırlamam mümkün değil. Yine de tarihleri gün bazında değil ama ay/yıl bazında yüzde 80e yakın bir doğrulukla bulduğumu söyleyebilirim.
Gelelim sonuçlara, öncelikle en formda olduğum dönemlerin 2010-2013 yılları arasında ve 2017-2020 Mart arasında olduğu görülüyor. 2014-2017 arasında gerek iş hayatı ile tırmanışı dengelemeye alışık olmamam gerekse sabit bir ekiple tırmanmaya çalışmam (aynı ekip o hafta sonu tırmanmıyorsa ben de tırmanmadım, "başka bir ekip gidiyor mu?" diye sormazdım.) sebebiyle az tırmanmışım.
2017-2019 ise gerek çok ip boylu alpin-spor rotaların, gerek geleneksel çok ip boylu rotaların beraberinde spor tırmanışın da hızla devam ettiği yıllar oldu. Bu aralıkta 3 kez Dolomitler'e giderek çok güzel çok ip boylu rotalar tırmandım ancak o rotalar bu yazının konusu değil zira 8a.nu isimli sitede bu çok ip boylu rotalar pek yer almıyor.
Son olarak sonuca baktığımda, elde ettiğim rakamlar, benimsediğim "piramit" felsefesinin ve spor rotaları tırmanma amacımın, spor tırmanıştan gelen tırmanış becerilerini dağda uygulama amacı güttüğümün geriye doğru sağlamasını yapmış oldum. Oluşan grafik 6a+ ların geniş bir taban oluşturduğu 7c' ye kadar uzanan bir piramit elde ettim (etmişim).
Türkiye'de uzun yıllar dağcılığın lokomotifi olan köklü üniversite kulüplerinin başına gelen garip süreçlere şahit olduk. Buradan hareketle bunları yazıya dökerek fikirlerimi kağıda dökmek istedim.
Elbette temel insan hakları, eşitlik, demokratik tartışma ortamı ve emeğe duyulan saygı gibi değerlerin tamamiyle benimsendiği bir ortamdan bahsediyorum. Bunların dışlandığı herhangi bir ortam zaten insani değerlere sahip bir ortam da değildir. Böylesi bir ortamın zaten herhangi bir sportif ortam olamayacağı da açık.
Lafı uzatmadan esas konuya döneyim. Şöyle bir görüş olduğunu kabul ediyorum: “Ben x görüşünü savunuyorum ve savunduğum bu görüşü özgürce her ortamda ve platformda savunmalıyım” Fakat bunun sınırı nerede başlayıp nerede bitmektedir? Ne olacağı, en azından dağcılık gibi son derece niş bir alanda insanların bir araya geldiği bir kulüp, dernek ya da organizasyonda bunların dernek/kulüp amacını aşacak hale gelmesinin önünde duran şeyin ne olduğunu zihnim kestiremiyor. Sonra biraz kendi hakkımda düşündüm. Yakın arkadaşlarımın bildiği üzere aslında birçok şeye sınıf penceresinden bakıyorum. Emek/sermaye çatışması benim için her zaman öncelikli bir konu olmuştur, son yıllarda küresel iklim değişikliği ile ilgili kaygılarım da çok arttı. Siyasal olarak konumlandığım bir yer var. E dağcılığa da ilgim var. O zaman neden içinde bulunduğum dağcılık kulübünü kendimce dönüştürmeyeyim ki.
Farazi; X Dağcılık Kulübü (XDK) üyesiyim, keskin de bir sosyalistim. O zaman bu kulübe, kulüp içinde örgütlenerek kendi siyasi görüşüme göre yön vermeyeyim ki? Hatta uygun şartlar oluştuğunda neden XDK ismini XDK/ML (X Dağcılık Kulübü / Marksist-Leninist) yapmayalım ki? Kulüp logosunun üzerine “kızıl” bir filtre eklemek de unutulmasın. Nasıl? Absürt değil mi?
Yukarıdaki örnek bir sonuç. Bir de sürece bakalım. Bir dağcılık kulübüyüz, toplumun diğer kesimlerinde olduğu gibi kulüp içinde çok farklı siyasal kanatlardan insanlar bir arada. Ve tamamının mantığı kendi kişisel fikrince kulübü dönüştürmek. Kulüp içinde anarşistler, komünistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, Troçkistler, Stalinistler, Kemalistler, milliyetçiler, etnik milliyetçiler var. Her biri kulübü bir ucundan çekiştiriyor. Tamam da dağcılık? İki adım geriye çekilip bu kulübe baktığımızda gördüğümüz sahne şu: dağcılık namına artık bir şeyi kalmamış çeşitli sosyal çevrelerden müteşekkil bir grup.
Bayanlar/baylar, ülkemizin birçok köklü dağcılık kulübünün tabutuna çiviyi çakan buydu işte.
Bırakalım dağcılık kulüpleri tırmanışın farklı dallarının icra edilip fikir ve tecrübelerin paylaşıldığı kurumlar olarak kalsın. Fikir mücadeleleri için hayatta yeteri kadar alan mevcut.
29.04.2024
Kartal, İstanbul
Bir söyleşinin ardından sıcağı sıcağına…
Dağcılık camiamız; özellikle pandeminin bitişiyle farklı platformlardan yapılan canlı yayınları bırakıp özlediğimiz büyük salon toplantılarına geri döndü. Ülkemizin köklü üniversite kulüplerinin yanı sıra sivil kulüplerin de başını çektiği son derece güzel söyleşiler hem fikir ve anı paylaşımlarına sahne oldu, hem de gerek aralarındaki mesafe dolayısıyla gerekse de pandemi sürecinden dolayı birbirini göremeyen dağcıları ve tırmanıcıları bir araya getirdi. Bu etkinliklerden ikisine konuşmacı (UDK ve DATO - kendilerine teşekkürü borç bilirim) diğerine ise dinleyici olarak katılma fırsatı buldum. BÜDAK’ın etkinliği diğer ikisinden farklıydı zira ülkemizin köklü bir üniversite dağcılık kulübünün 50. Yılı sebebiyle planlanmıştı.
Öncelikle
belirtmeliyim ki bu satırları YTUDAK/YDK kimliğimden ve tirmanis.org editörlüğü
sıfatımdan sıyrılarak yazıyorum. Yazdıklarım tamamen kişisel görüşlerimdir.
Herhangi bir oluşumu veya organizasyonu bağlamaz.
Söyleşide kendimle ilgili olarak ilk fark ettiğim şey artık Türk dağcılığının geçmişiyle ilgili daha fazla şey dinlemek, okumak istemiyor oluşumdu. Bir dönem dağcılıkla tutkuyla ilgilenmiş ancak çeşitli sebeplerden dolayı artık uzaklaşmış insanların geçmişe özlem duyarak bunları anlatmasını anlayabiliyorum. Ekipman ve iletişim eksikliği içindeyken ne denli tutku ile bu sporu el yordamıyla ilerletebildiklerini dinledikçe saygı duymamak elde değil gerçekten. Tüm eskileri saygı ile selamlarım. Bize miras bıraktıkları külliyat ve tecrübeler yolumuzu aydınlattı. Ancak kafamda oluşan soru işareti şudur: “Bayanlar-baylar, artık yetmedi mi?” Yıllarca bunları okumuş veya dinlemiş olmam sadece beni bıktırmış ancak yeni neslin ilgisini çokça çekiyor da olabilir. Ancak paragrafın başını unutmayalım: kişisel olarak ben bıktım. Blog benim olduğu için istediğim gibi içimi dökebilirim. Garip bir esriklik hali ile eski imkansızlıkları, internetin olmadığı bir dönemde asker postalları ile gidilen faaliyetleri, yapılan igloların anlatıldığı anıların sürekli dillendirilmesi günümüze veya geleceğimize nasıl ışık tutmaktadır? Geldiğimiz noktada artık bunların bir şeyleri daha ileriye götürecek anılar olduğunu düşünmüyorum. Tüm bunlar gelecek ile ilgili söyleyeceğimiz sözümüz olmayışından mıdır? Ya da yeni, özgün bir söz söylemek için kafa patlatmadığımız için midir bilemiyorum. Emin olduğum tek şey artık Türk dağcılığı tarihi ile ilgili bir şey dinlemek istemediğim. Dilerim bu satırların yazarı olarak yaşım ilerlediğinde farklı platformlardan aynı anıları tekrar tekrar anlatan birine dönüşmem. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda beni şiddetle uyarma görevini dostlarıma devrediyorum.
BÜDAK 50 Yıl Söyleşisi’ne geri dönecek olursam 50 yıllık bir kulübün salonun 3’te 1’ini bile dolduramaması üzücüydü. 4 günlük tatil olasılığı bulunan bir hafta sonunun seçilmesi de bunda büyük bir etken olabilir. Bu kısa tatillerin dağcıların büyük çoğunluğu tarafından tırmanış fırsatı olarak değerlendirildiği göz önüne alınmalıydı.
İlk kez dinlediğim Sn. Mustafa Aktar’ın konuşması şu ana kadar hiç dile getirilmemiş şeyleri içerdiği için son derece ilgi çekiciydi. Çoğumuzda bulunmayan “natüralist” bakış açısından 70’lerin dağcılık stiline kadar dinlemeye doyamadığım şeyler anlattı. Siyah beyaz fotoğrafların arka planı oluşturduğu Sn. Aktar’ın cümleleri benim için etkileyiciydi. 3 farklı kuşaktan dağcı/tırmanıcının yer aldığı “7’den 70’e BÜDAK” söyleşisi ise kulübümdekine benzer bir tonda ilerledi. Farklı kuşakların dağcılık teması ile bir araya gelebilmesinin hoş bir örneğiydi.
“Zorlu Denge:
Alpinizm, Risk & Aile” konulu sunumu ise, dostum Aykut’un bu dengeleri
kuran ve bu çabayı sistematik bir
şekilde (tam bir mühendis gibi) anlattığı akıcı bir sunumdu. “Kazalar ve
çıkarılan dersler paylaşılmalıdır” ilkesince 2022 yılında geçirdiğimiz kazanın
dürüst ve öz eleştirel paylaşımı keyifli dağcılık anlarının nasıl bir anda
trajediye dönüşebileceğini göstermesi açısından çok yararlı oldu.
Dostum
Burak’ın “Kaya Gibi Yaşasak” sunumunu izlerken içimden derin bir “oh” çektim.
Uzun süredir, geçmişten, anılardan ve derecelerden azade, kaya tırmanışı
temelinde hayatın birçok yönünü içeren bu denli “dolu” bir sunum izlememiştim.
Dinlemeye özlem duyduğum sunumların, konuşmaların aslında bu türden şeyler
olduğunu fark ettiğim bir andı. Dilerim başka konuşmacılardan da buna benzer
içerikler dinleyebilirim.
Bende hoş
duygular oluşturan konuşmaların ardından artık sadede gelebilirim. Düşündükçe
anlam veremediğim, irkildiğim hatta öfkelendiğim konuşma ise Sumru Tamer’ in
konuşmasıydı. Konu başlığı “Tırmanış, Sakatlıklar, Kadınlar Matinesi” idi ancak
konuşmayı ana olarak iki bölüme ayırabilirim. İlk bölümde Sumru’nun tırmanış
aşkı, zorluklar ve bin bir mücadeleler içinde farklı kulüplere geçerek
öğrendiği tırmanış becerileri ve sonunda 9- tırmanabiliyor olması anlatıldı. Daha da vahimi tüm bunları bir kağıttan okudu. Sıklıkla "falan" dedi. 9-
sunumda çok kez geçtiği için aklımda kalan derece oldu. Bu noktadan sakatlıklar
sebebiyle Sumru artık 9- değil 6 derece tırmanabiliyordu. 7000liklere gitmeye
çabalamıştı fakat olmamıştı. M2-M3 mix tırmanmıştı, WI3 e kadar ulaşmıştı ama daha
ileriye gitmesine vücudu izin vermemişti. Bunlar biraz da kurban rolünü andıran
bir tonda anlatıldı. Sumru da ihtiraslarıyla, derece kaygılarıyla, all-rounder
olma yolundaydı ancak sakatlıklar peşini bırakmamıştı. Sumru çoğumuz gibiydi.
Sumru’nun
sunumunun bu bölümü, sansasyonel ikinci bölümü olmasaydı da benim için oldukça
hayal kırıklığıyna sebebiyet verirdi.. Sumru kişisel hikayesini acıklı bir tonda anlatıyor, sıkça
“ben” diyor ancak sakatlık süreci, fizyolojisi, tırmanış ile sakatlıkların ilişkisi
ile ilgili yeni bir şey yine söylemiyordu. Dinlediğimiz konuşma sıkça
sakatlanan yakın arkadaşlarımın ve benim hikayesinin benzeriydi. Çoğumuz
gibiydi derken aslında bundan bahsediyorum. Beni, bizi, bize tekrar anlattı. Bende yarattığı his “E ne dinledik ki biz
şimdi?” oldu.
“Kadınlar
Matinesi” bölümü oldukça sakin bir tonda başlamıştı. Kadın tırmanıcıların tanık
olduğu zorbaca tavırlar, insanlık dışı davranışlardan örnek verildi. Bazı örnekler
bizleri cidden şoke etti. Sumru O’na atılan mesajlardan örnekler okudu, bazı
mesajları birkaç kez okudu, çoğumuzu da düşüncelere boğdu. Boğdu da, soru cevap
kısmında iş garip bir hal almaya başladı. Aramızdaki en nahif en insancıl ve en
demokrat insan olan dostum Burak’ın üslup ile ilgili sorusu ile salon bir anda,
anlam veremediğimiz bir şekilde çalkalanmaya başladı. Burak’ın sorusu “biraz
daha az keskin söylemlerle daha anlaşılır olmaz mısınız?” minvalinde bir
soruydu. Oldukça da yapıcıydı. Ancak konu birden Burak’ın montajlarından biri olan bir videoya geldi. Burak “ben bunu sizinle aynı yerden
baktığımı paylaşmak için yaptım” dese de arka sıralardan “Gösterebilir misin
burada” diyen Arda’nın tepkisi ile gerilim daha da tırmandı. Arda "1900lerin başında kadınlar üniversiteye bile gidemiyordu" diyerek bizleri aydınlatarak devam etti. Burak defalarca
niyetini açıklasa da, etkinlikten önce özel mesaj olarak gönderdiği video
bağlamından koparılarak bir grup insan ile çoktan paylaşılmıştı. Salondaki
dinleyicilerin bir kısmı ise Burak’ı zan altında bırakan söylemlerin etkisi ile
o anda peşinen yargıya vardı. Yakın dostum medenilikten taviz vermeden cevap
veriyor ancak salona yetmiyordu. Sesler yükseldi, bir taraf “bir dakika
anlatayım” dedikçe sloganvari tonda laflar atıldı. Tıpkı gösterisinin 15 saniyelik
bölümünün kesilerek Twitter ortamına atılan ve linçlenen stand-upçıların
yaşadığına benzer bir şey yaşandı. Son olarak hepimiz kafasında oluşan öfke,
soru işaretleri ve şaşkınlıkla öğle arasına geçildi. Hepimiz oldukça üzgün,
öfkeli, kırgın ve şaşkındık. İçinde bulunduğumuz durumun ne olduğuna anlam
veremedik.
Tüm bunların
sonrasında salonda tartışan gruplar sanki arkadaşlar değil de aralarında bir
fay kırığı olan iki toprak parçası gibi ayrıldı. Aykut ve Burak’ın sunumunu
dinlemeden çekip gittiler ya da boykot ettiler. Biri Almanya’dan diğeri
Çekya’dan gelen, saatlerce süren hazırlık sonrası -ki Aykut’un sunum üzerinde
biraz daha çalışmak için son gece 3’e kadar çalıştığına şahidim- yaptıkları
konuşma bu anlamsız ve tatsız olayın gölgesinde mide bulandıran, acımsı bir tat
ile geçti.
Şunca küçük ve yüksek eğitimli camiamızda asgari medeniyet içeren bir iletişimi başaramayarak günü tamamladık. Köprüler onarılmaz halde, herkes yine kendi yaşamına çekildi. Verilmek istenen bir mesaj vardı ise bile çoğumuz onun ne olduğunu hatırlamıyoruz. Tüm bu yaşananlardan sonra iyi niyetin ve harcanan emeğin şımarıkça kaprislerle heba edildiğini düşünüyorum. Kimse, hiçbirimiz bundan ders çıkarmak için zahmet etmesin zira farklı paralel evrenlerin insanlarıyız. İki paralel evren gibi birbirimize temas etmemek ümidiyle.
22.04.2024
Kartal, İstanbul
Moskova Önlerinde by Aleksandr Bek My rating: 5 of 5 stars Moskova çarpışmalarındaki gerçek olaylara dayanan roman, Aleksandr Alfredovi...