18 Mart 2025 Salı

Moskova Önlerinde

 

Moskova Önlerinde (Volokolamsk Şosesi Savaşları)Moskova Önlerinde by Aleksandr Bek
My rating: 5 of 5 stars

Moskova çarpışmalarındaki gerçek olaylara dayanan roman, Aleksandr Alfredoviç Bek' in efsanevi Kazak komutan Baurdcan Momiş-Uli ile yapılan röportaja dayanıyor.

Roman yazarın sert bir komutanı Moskova savaşlarını anlatmaya ikna etmesiyle başlıyor. Komutan Baurdcan Momiş-Uli sert görünüşüne rağmen, yazardan, savaştaki insanı, korkan, endişelenen, sevinen yönleriyle yazmayacaksa hiç yazmamasini istiyor. Komutanı bir savaş makinesinden öte tüm yönleriyle gerçek bir insan olarak da görüyoruz.

Momiş-Uli' nin savaş kariyeri, aslında bir topçu subayı olmasına rağmen piyade sınıfına girmek için gönüllü olmasıyla başlıyor. Momiş-Uli'yi sık sık içinden geldiği Orta Asya steplerini özlerken görüyoruz. Stepleri sevdiğini "Şehir insanın duygularını köreltiyor, stepte ise her şeyi duyumsarsın, step özgürlüktür" diye anlatıyor.

Komutan duygusal yanının farkında da olsa sert kararları uygulamak zorunda hissediyor ve uyguluyor. Bu kararlar çoğu zaman vicdani ile sert bir çatışma yaratsa da askerliğin o soğuk, sert mantığını kendine de kabul ettirerek "mecburen" uyguluyor. İzinsiz geri çekilen askerler ya düşman üzerine tek başına gönderiliyor ya da kurşuna diziliyor. Bu olayların sonunda izinsiz geri çekilen subaylar kendilerinin cezalandırılmalarını ister düzeye geliyor !

Komutanın taburu, sivillerden kuruluyor ancak zamanla savaşta pişiyor ve direniş gücü yüksek bir tabur haline geliyor. Askerler sadece güçlü ve mekanize Alman ordusu ile değil, açlıkla, soğukla ve uykusuzlukla da mücadele ediyorlar. Saldırı karşısında, taburu oluşturan bölükler birbirlerinden ayrı düşse de kendi başlarına düşman taarruzuna direnen küçük direniş hücreleri oluşturuyor. Karşı saldırılarla yüksek özgüvenli Alman savaş makinesini gafil avlıyor. Momiş Uli' yi bu çarpışmaların yoğun olduğu dönemde kendisinin inisiyatif alıp kafasında soru işaretleri de olsa yapılması gerekeni yaparken, bağlantısı kopmuş bölükler arasında haberleşme için atı ile koşuştururken görüyoruz.

Baurdcan Momiş- Uli ünlü general Panfilov'dan sadece askerliğin sanatını değil psikolojik yanını da öğreniyor. General, Almanların ünlü "Blitzkrieg" stratejisini bizim Kurtuluş Savaşından da bildiğimiz "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır" stratejisi ile boşa çıkarıyor. Alan savunmasına odaklanan savunma ordusu çok kayıp verse de yedek kuvvetlerin gelişine kadar Moskova'ya giden ana yol olan Volokolamsk Şosesi'ni tutmayı başarıyor. Panfilov her bir çatışmayı tek tek detaylarıyla dinliyor, haritada açıklıyor ve "savaşta askerlerden öğrenirsin" prensibini uyguluyor.

Anlayışlı bir baba figürü olan General Panfilov savunmanın son gününde bir şarapnel parçası ile yaralanıp hayatını kaybediyor. Generalin Moskova önlerinde Nazi ordusuna geçit vermeyen tümeni, üstün başarılarından dolayı Gvardia (Muhafız) nişanını alıyor.

Tamamen gerçek olaylara dayanan roman tarihsel olayların düzyazı sıkıcılığında olması gerekmediğini kantılar nitelikte.

Momiş-Uli'nin Alma-Ata' daki heykeli o günlerden bizleri selamlar gibi...

View all my reviews

18.03.2025
İstanbul

21 Haziran 2024 Cuma

Rusya Günlüğü (Goodreads)

Rusya GünlüğüRusya Günlüğü by John Steinbeck
My rating: 4 of 5 stars

John Steinbeck ve Robert Capa isimli aslında kafadar da olmayan iki arkadaşın Rusya seyahatini Steinbeck'in kaleminden okumak oldukça keyif verici. Nüktedan, meraklı, sabırlı Steinbeck ile kaygılı, takıntılı, detaycı Capa' nın farklı gözlerle aynı yere bakıyor olmaları perspektifin ne kadar fark yaratabildiğini gösteriyor adeta. İkili dezenformasyondan bıkıp kendi gözleriyle SSCB'yi görmek için meşakkatli bir yolculuğa çıkıyor. Tabi ki tüm yolculukta gerek güvenlik amacıyla gerekse de rehberlik amacıyla bir mihmandar onların peşinden hiç ayrılmıyor.
Günlük 2. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, havadaki barut kokusu henüz dağılmamışken, 1947 yılında başlıyor. Seyahat için alınan onay binbir güçlükle ve bürokratik danslarla alınıyor. Steinbeck'in gözüne ilk çarpan şey SSCB'de görünüşten ziyade işlevin ne denli önemli olduğu. İlk bindikleri uçağın üzerine hala yer yer soyulmuş askeri kamuflaj boyaları duruyor ancak uçak motorlarının ve gövdesinin bakımları bir gün bile aksatılmamış. Bir tek uçaktan tüm yönetim sisteminin mantığını kestirmek zor değil.
Gezginlerimiz bir kaç haftada Kiev'i, Stalingrad'ı, Moskova'yı ve Gürcistan'ı geziyorlar. Amaçları sistemi veya politik yapıyı analiz etmek veya gözemlemekten ziyade, savaş sonrası duvar ardına gizlenen bir ulusun günlük yaşayışına tanık olmak. Bunu yaparken Steinbeck yer yer Capa'nın damarına basarak veya birazcık manipüle ederek eğlenmeyi de ihmal etmiyor. Capa'nın otel odasında saatler süren banyo seanslarının buna yol açtığı aşikar.

Seyahatin tamamında ülke içinde dahi yer değiştirirken gereken bürokratik işlemler okuyucunun bu denli içini sıkıyorsa, ikilinin sabrını epeyce zorlamıstır. Özellikle restoranda yemek yemek için bile sipariş esnasında, yemeğin hazırlanmasından önce, servisten sonra, ödemeden sonra olmak üzere tek tek fiş kesilerek kayıt tutulduğunu gören Steinbeck, tanık olduklarını yazarken dehşete kapılmış olmalı!

Kitabın Ukrayna bölümünde daha çok tarım işçilerinin çalışkanlıkları göze çarpıyor. Dev kolhozlar henüz makinalaşmamış, ciddi miktarda insan emeğiyle çalışılıyor. Yerel halk ABD'deki yaşamın nasıl olduğunu merakla soruyor. İşçiler belki yoksul ancak temel ihtyaçlarının tamamı devlet tarafından karşılanıyor. Lüks tüketim mallarına ulaşmaları imkansıza yakında ancak kentlerde ve kasabalarda kütüphaneler, tiyatrolar eksik değil. Halk savaşın bitmesinden mutlu ve üretim arttıkça daha rahata ereceklerinden umutlu. SSCB seyahati boyunca her bir noktada kütüphanelerden, tiyatrolardan ve balelerden bahsediliyor olması halkın neye önem verdiğini açıkça gözler önüne seriyor.
Hala yıkıntılar halindeki Stalingrad sakinlerinin vakurluğu hayret verici. Eski evlerinin kalıntılarının arasında veya kilerlerinde yaşıyorlar ancak sabah olunca tekrar düzenli ve tertipli giyinip işlerine gidiyorlar! Arka planda hala delik deşik duvarlar, bomba kraterleri, makineli tüfek mevzileri ve sığınakların varlığını hissedebiliyoruz. Sovyet hükümeti tüm hızıyla kenti yeniden kuruyor. Halk savaşın dehşetini silmek ister gibi var gücüyle çalışıyor. Alman savaş esirleri ise yarattıkları yıkıntıyı temizlemeleri için işe koşuluyor.

"Gürcistan'ı görmeden SSCB'yi görmüş sayılmazsınız" tavsiylerine uyarak soluğu Gürcistan'da alan ikili Karadeniz kıyılarındaki tesisleri merakla inceliyor. Bunlar meslek örgütlerince, sendikalarca veya sağlık kurumu olarak yapılmış dev tesisler. SSCB'de o dönemde her işçinin 28 günlük izni var, bu izin işçinin yaşına veya sağlık durumuna göre uzayabiliyor. Yine sağlık sorunlarından dolayı ılıman iklimde yaşaması gereken insanlar buralardaki sağlık kurumlarına yollanıyor ve tedavisi devlet tarafından üstleniliyor. Atlamadan geçmeyeyim: SSCB' de kiralar, elektrik, su ve gaz da dahil olmak üzere ortalama bir işçinin aylık gelirinin yüzde 5-6 sını geçemiyor!

Tüm Gürcistan Stalin kültünün tüm dünyaya yayıldığı bir merkez adeta. Savaşın yeni bitmiş olması ve Stalin'in hala iktidarda olmasından dolayı, Stalin kültü, İmparator Agustus ile yarışır halde, neredeyse Lenin'i bile aşmış durumda. Yazarımız sık sık ünlü Gürcistan şaraplarının eşlik ettiği, tercümanlar eşliğinde yapılan sohbetlerin olduğu yemeklere davet ediliyor. (Gürcistan'ın yerel içkisi "Çaça" nın ne kadar berbat bir içki olduğunu yazan Steinbeck'e tüm kalbimle katılıyorum.)

Seyahat boyunca Capa sık sık neyin fotografını çekebileceği ve çekemeyeceği konusunda yetkililerce uyarılıyor. Bu tavır 26 milyon insanını savaş sebebiyle yeni kaybetmiş bir halkın aşırı reaksiyon göstermesine benziyor. Örneğin Capa tarihi bir saray veya kilisenin fotografını rahatlıkla çekebilirken, basit teknoloji ve mühendislik isteyen bir fabrika da durduruluyor. Üstelik üretim makinaları ABD menşeili olmasına rağmen!

İkili Moskova'nın iç karartıcı sarayı Kremlin'i gezdikten ve sadece bir anlığına görebildiğiniz Lenin'in yüzünü gördükten sonra Moskova Yazrlar Sendikası'na yemeğe davet edililiyor. Uzun, yoğun ve etraflı tartışmalar yapılır, masadaki herkes Rusça'dan başka İngilizce, Fransızca, Almanca bildiği için tercüman sorunu bu kez yoktur. Steinbeck ve Capa Rusya'daki sıradan insanları görmeye geldiklerini ve gördüklerini ABD'de tarafsızca anlatmak istediklerini söylerler. Bunun üzerine İlya Ehrenburg (ki bu satırların yazarı kendisinin ateşli bir hayranıdır) bunun başarılması halinde çok mutlu olacaklarını söyler. Yemek esnasında, ABD de bilindiği gibi, yazarların parti çizgisinde yazmaya zorlandıkları ve tartışma ortamının olmadığı şeklindeki görüşün tam zıddının doğru olduğunu gözlemlerler. O an salondaki entelektüel ortamı ve yazarların oluşturduğu havayı tasavvur edemiyorum!

Ayrılma vakti geldiğinde Capa'nın film makaralarının kontrolü bir türlü bitmez. Süre uzadıkça Capa sinir krizlerinin eşiğine gelir. Nihayet negatifler mühürlü bir kutuda ulaşır. Pek az kare sansüre uğramıştır. Capa dönüş uçağında nihayet huzurlu bir uykuya dalar.

Kendisinin de bir Sosyalist olduğunu gizlemeyen Steinbeck' in SSCB'yi bu denli tarafsız ve objektif yansıtabilmesi takdire şayandır.
Rusların da tüm diğer uluslar gibi savaştan bezmiş, başka halklar gibi barış ve güven içinde yaşamak isteyen bir halk olduğu sonucuna varır. Son sözü yine Steinbeck' in son paragrafı söylesin:

"Bu günlüğün ortodoks solu da, lümpen sağı da memnun etmeyeceğinin farkındayız. İlk grup kitabın Rus karşıtı olduğunu, ikinci grup Rus destekçisi olduğunu söyleyecek. Tabi ki yüzeysel bir metin bu, başka nasıl olabilirdi ki? Varabileceğimiz kesin bir kanaat yok, sadece Rusların da dünyadaki dğer insanlara benzediğini söyleyebiliriz. Tabi ki aralarında kötüleri vardır, ama büyük çoğunluğu çok iyi insanlar.

 21 Haziran 2004
Güzelçamlı

17 Mayıs 2024 Cuma

Spor Tırmanış Rotaları Maceram (2003 - 2024)

Daha önce geriye dönük iz sürerek okuduğum kitaplar listesinden sonra spor tırmanış rotalarına da el atmış bulunmaktayım. 

2003-2006 arasında el yazısıyla tuttuğum defterdeki notları sonraki yıllarda devam ettirmeyişim bu çalışmayı oldukça zor bir hale getirdi. Eski rehber kitaplarda (+) ile işaretlediğim rotaları eklerken yeni versiyonlarında bu işaretlerin olmadığını fark ettim. Böylece Geyikbayırı gibi devasa bir bölgenin rehber kitaplarının her güncellenmiş hali üzerinde çalışmak zorunda kaldım. Her versiyonda bazı işaretler vardı ve bunları işaretleyip birlestirmem epey zaman aldı. 

Denizli, Karakayalar, Kaynaklar görece daha kolay oldu zira Denizli kendi bölgem, Karakayalarda da görece az rota var ve hepsi hafızamda. Kaynaklara da 20 yılda topu topu 2 kez gittiğimden zaten biriken pek rota yoktu. 

En sevdiğim bölgelerden biri olan Sarıkaya konusunda şanslıydım çünkü rehber üzerinde hepsini işaretlemiştim. En çok zorlandığım bölge ise Olimpos oldu. Toplamda 3-4 kez gittiğim ve rehberde işaretlediğim rotaların az olmasından dolayı hafızamı epey zorladım. Etik gerekçeler sebebiyle tırmanıp tırmanmadığımdan emin olmadığım rotaları "tırmanılmamış" kabul ettim. 

Tarih konusu epey çetrefilli daha önce anlattığım 2003-2006 arasındaki kayıtlarda tarih ve emniyetçi bilgileri de titizlikle tutulmuş fakat sonrasında rehber kitaplardaki (+) yanına bir tarih atmamışım. Bu yüzden bulabildiğim her türlü iz, kayıt, Facebook postlarını, Instagram postlarını taradığımda hangi tatilde veya hangi tarih aralığında o bölgedeysem o aya ait resmi tatillere yakın bir tarih girdim. Örn: Eskiden Kurban Bayramı kışa yakındı ve ben 4-5 sene üst üste her bayram tatilini Geyikbayırında geçirdim veya her yıl kulüp faaliyetleri Karakayalarda Nisan sonu veya 19 Mayıs civarında olurdu. O senelerde çıktığım rotaları tahmin ettim. Fotoğraflardan sektör bilgilerini kestirdim ancak net tarihi hatırlamam mümkün değil. Yine de tarihleri gün bazında değil ama ay/yıl bazında yüzde 80e yakın bir doğrulukla  bulduğumu söyleyebilirim. 

Gelelim sonuçlara, öncelikle en formda olduğum dönemlerin 2010-2013 yılları arasında ve 2017-2020 Mart arasında olduğu görülüyor. 2014-2017 arasında gerek iş hayatı ile tırmanışı dengelemeye alışık olmamam gerekse sabit bir ekiple tırmanmaya çalışmam (aynı ekip o hafta sonu tırmanmıyorsa ben de tırmanmadım, "başka bir ekip gidiyor mu?" diye sormazdım.) sebebiyle az tırmanmışım. 

2017-2019 ise gerek çok ip boylu alpin-spor rotaların, gerek geleneksel çok ip boylu rotaların beraberinde spor tırmanışın da hızla devam ettiği yıllar oldu. Bu aralıkta 3 kez Dolomitler'e giderek çok güzel çok ip boylu rotalar tırmandım ancak o rotalar bu yazının konusu değil zira 8a.nu isimli sitede bu çok ip boylu rotalar pek yer almıyor. 

Son olarak sonuca baktığımda, elde ettiğim rakamlar, benimsediğim "piramit" felsefesinin ve spor rotaları tırmanma amacımın, spor tırmanıştan gelen tırmanış becerilerini dağda uygulama amacı güttüğümün geriye doğru sağlamasını yapmış oldum.  Oluşan grafik 6a+ ların geniş bir taban oluşturduğu 7c' ye kadar uzanan bir piramit elde ettim (etmişim). 



Yine aynı mantıkla, "ne kadar on-sight rotaya girer ve hamle repertuarını arttırırsak  uzun duvarda, geleneksel tırmanışta o kadar rahat ederiz" diye düşündüğümüz için tırmanılan toplam 530 rotanın 295'ini on-sight 35'ini de flash tırmanmışım. Kalan 200 rotada bazıları 2. denemede bazılarını ise 2'den çok fazla kez deneyerek bitirmişim.
(Rekor burada Neredeyim Abi(7b, 2012) : 11 deneme ve Kazak Abdal (7c,2019) :14 deneme) 

2024 yılında, spor tırmanıştan aldığım keyfin yine eskisi gibi olduğu bir rüzgarı tekrar yakaladığım  günlerin içindeyim. Önümüzdeki süreçte ne kadar ileri gidebilirim bilmiyorum ama kayıt konusunda daha titiz olacağımdan kesinlikle eminim :) 


Tüm rotalar aşağıdaki linkte mevcut, tırmandıkça yeni rotaları ekleyeceğim. 










29 Nisan 2024 Pazartesi

Dağcılık Kulüpleri Fikir Arenası mıdır?

Türkiye'de uzun yıllar dağcılığın lokomotifi olan köklü üniversite kulüplerinin başına gelen garip süreçlere şahit olduk. Buradan hareketle bunları yazıya dökerek fikirlerimi kağıda dökmek istedim. 

Elbette temel insan hakları, eşitlik, demokratik tartışma ortamı ve emeğe duyulan saygı gibi değerlerin tamamiyle benimsendiği bir ortamdan bahsediyorum. Bunların dışlandığı herhangi bir ortam zaten insani değerlere sahip bir ortam da değildir. Böylesi bir ortamın zaten herhangi bir sportif ortam olamayacağı da açık. 

Lafı uzatmadan esas konuya döneyim. Şöyle bir görüş olduğunu kabul ediyorum: “Ben x görüşünü savunuyorum ve savunduğum bu görüşü özgürce her ortamda ve platformda savunmalıyım” Fakat bunun sınırı nerede başlayıp nerede bitmektedir?  Ne olacağı, en azından dağcılık gibi son derece niş bir alanda insanların bir araya geldiği bir kulüp, dernek ya da organizasyonda bunların dernek/kulüp amacını aşacak hale gelmesinin önünde duran şeyin ne olduğunu zihnim kestiremiyor. Sonra biraz kendi hakkımda düşündüm. Yakın arkadaşlarımın bildiği üzere aslında birçok şeye sınıf penceresinden bakıyorum. Emek/sermaye çatışması benim için her zaman öncelikli bir konu olmuştur, son yıllarda küresel iklim değişikliği ile ilgili kaygılarım da çok arttı.  Siyasal olarak konumlandığım bir yer var. E dağcılığa da ilgim var. O zaman neden içinde bulunduğum dağcılık kulübünü kendimce dönüştürmeyeyim ki. 

Farazi; X Dağcılık Kulübü (XDK) üyesiyim, keskin de bir sosyalistim. O zaman bu kulübe, kulüp içinde örgütlenerek kendi siyasi görüşüme göre yön vermeyeyim ki? Hatta uygun şartlar oluştuğunda neden XDK ismini XDK/ML (X Dağcılık Kulübü / Marksist-Leninist) yapmayalım ki? Kulüp logosunun üzerine “kızıl” bir filtre eklemek de unutulmasın. Nasıl? Absürt değil mi?

Yukarıdaki örnek bir sonuç. Bir de sürece bakalım. Bir dağcılık kulübüyüz, toplumun diğer kesimlerinde olduğu gibi kulüp içinde çok farklı siyasal kanatlardan insanlar bir arada. Ve tamamının mantığı kendi kişisel fikrince kulübü dönüştürmek. Kulüp içinde anarşistler, komünistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, Troçkistler, Stalinistler, Kemalistler, milliyetçiler, etnik milliyetçiler var. Her biri kulübü bir ucundan çekiştiriyor. Tamam da dağcılık? İki adım geriye çekilip bu kulübe baktığımızda gördüğümüz sahne şu: dağcılık namına artık bir şeyi kalmamış çeşitli sosyal çevrelerden müteşekkil bir grup. 

Bayanlar/baylar, ülkemizin birçok köklü dağcılık kulübünün tabutuna çiviyi çakan buydu işte.

Bırakalım dağcılık kulüpleri tırmanışın farklı dallarının icra edilip fikir ve tecrübelerin paylaşıldığı kurumlar olarak kalsın. Fikir mücadeleleri için hayatta yeteri kadar alan mevcut. 

29.04.2024

Kartal, İstanbul


22 Nisan 2024 Pazartesi

BUDAK 50' inci Yıl Söyleşisi Üzerine

 Bir söyleşinin ardından sıcağı sıcağına…

Dağcılık camiamız; özellikle pandeminin bitişiyle farklı platformlardan yapılan canlı yayınları bırakıp özlediğimiz büyük salon toplantılarına geri döndü. Ülkemizin köklü üniversite kulüplerinin yanı sıra sivil kulüplerin de başını çektiği son derece güzel söyleşiler hem fikir ve anı paylaşımlarına sahne oldu, hem de gerek aralarındaki mesafe dolayısıyla gerekse de pandemi sürecinden dolayı birbirini göremeyen dağcıları ve tırmanıcıları bir araya getirdi. Bu etkinliklerden ikisine konuşmacı (UDK ve DATO - kendilerine teşekkürü borç bilirim) diğerine ise dinleyici olarak katılma fırsatı buldum. BÜDAK’ın etkinliği diğer ikisinden farklıydı zira ülkemizin köklü bir üniversite dağcılık kulübünün 50. Yılı sebebiyle planlanmıştı.

Öncelikle belirtmeliyim ki bu satırları YTUDAK/YDK kimliğimden ve tirmanis.org editörlüğü sıfatımdan sıyrılarak yazıyorum. Yazdıklarım tamamen kişisel görüşlerimdir. Herhangi bir oluşumu veya organizasyonu bağlamaz.

Söyleşide kendimle ilgili olarak ilk fark ettiğim şey artık Türk dağcılığının geçmişiyle ilgili daha fazla şey dinlemek, okumak istemiyor oluşumdu. Bir dönem dağcılıkla tutkuyla ilgilenmiş ancak çeşitli sebeplerden dolayı artık uzaklaşmış insanların geçmişe özlem duyarak bunları anlatmasını anlayabiliyorum. Ekipman ve iletişim eksikliği içindeyken ne denli tutku ile bu sporu el yordamıyla ilerletebildiklerini dinledikçe saygı duymamak elde değil gerçekten. Tüm eskileri saygı ile selamlarım.  Bize miras bıraktıkları külliyat ve tecrübeler yolumuzu aydınlattı. Ancak kafamda oluşan soru işareti şudur: “Bayanlar-baylar, artık yetmedi mi?” Yıllarca bunları okumuş veya dinlemiş olmam sadece beni bıktırmış ancak yeni neslin ilgisini çokça çekiyor da olabilir. Ancak paragrafın başını unutmayalım: kişisel olarak ben bıktım. Blog benim olduğu için istediğim gibi içimi dökebilirim. Garip bir esriklik hali ile eski imkansızlıkları, internetin olmadığı bir dönemde asker postalları ile gidilen faaliyetleri, yapılan igloların anlatıldığı anıların sürekli dillendirilmesi günümüze veya geleceğimize nasıl ışık tutmaktadır? Geldiğimiz noktada artık bunların bir şeyleri daha ileriye götürecek anılar olduğunu düşünmüyorum. Tüm bunlar gelecek ile ilgili söyleyeceğimiz sözümüz olmayışından mıdır? Ya da yeni, özgün bir söz söylemek için kafa patlatmadığımız için midir bilemiyorum. Emin olduğum tek şey artık Türk dağcılığı tarihi ile ilgili bir şey dinlemek istemediğim. Dilerim bu satırların yazarı olarak yaşım ilerlediğinde farklı platformlardan aynı anıları tekrar tekrar anlatan birine dönüşmem. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda beni şiddetle uyarma görevini dostlarıma devrediyorum.

BÜDAK 50 Yıl Söyleşisi’ne geri dönecek olursam 50 yıllık bir kulübün salonun 3’te 1’ini bile dolduramaması üzücüydü. 4 günlük tatil olasılığı bulunan bir hafta sonunun seçilmesi de bunda büyük bir etken olabilir. Bu kısa tatillerin dağcıların büyük çoğunluğu tarafından tırmanış fırsatı olarak değerlendirildiği göz önüne alınmalıydı.

İlk kez dinlediğim Sn. Mustafa Aktar’ın konuşması şu ana kadar hiç dile getirilmemiş şeyleri içerdiği için son derece ilgi çekiciydi. Çoğumuzda bulunmayan “natüralist” bakış açısından 70’lerin dağcılık stiline kadar dinlemeye doyamadığım şeyler anlattı. Siyah beyaz fotoğrafların arka planı oluşturduğu Sn. Aktar’ın cümleleri benim için etkileyiciydi. 3 farklı kuşaktan dağcı/tırmanıcının yer aldığı “7’den 70’e BÜDAK” söyleşisi ise kulübümdekine benzer bir tonda ilerledi.  Farklı kuşakların dağcılık teması ile bir araya gelebilmesinin hoş bir örneğiydi.

“Zorlu Denge: Alpinizm, Risk & Aile” konulu sunumu ise, dostum Aykut’un bu dengeleri kuran ve  bu çabayı sistematik bir şekilde (tam bir mühendis gibi) anlattığı akıcı bir sunumdu. “Kazalar ve çıkarılan dersler paylaşılmalıdır” ilkesince 2022 yılında geçirdiğimiz kazanın dürüst ve öz eleştirel paylaşımı keyifli dağcılık anlarının nasıl bir anda trajediye dönüşebileceğini göstermesi açısından çok yararlı oldu.

Dostum Burak’ın “Kaya Gibi Yaşasak” sunumunu izlerken içimden derin bir “oh” çektim. Uzun süredir, geçmişten, anılardan ve derecelerden azade, kaya tırmanışı temelinde hayatın birçok yönünü içeren bu denli “dolu” bir sunum izlememiştim. Dinlemeye özlem duyduğum sunumların, konuşmaların aslında bu türden şeyler olduğunu fark ettiğim bir andı. Dilerim başka konuşmacılardan da buna benzer içerikler dinleyebilirim.

Bende hoş duygular oluşturan konuşmaların ardından artık sadede gelebilirim. Düşündükçe anlam veremediğim, irkildiğim hatta öfkelendiğim konuşma ise Sumru Tamer’ in konuşmasıydı. Konu başlığı “Tırmanış, Sakatlıklar, Kadınlar Matinesi” idi ancak konuşmayı ana olarak iki bölüme ayırabilirim. İlk bölümde Sumru’nun tırmanış aşkı, zorluklar ve bin bir mücadeleler içinde farklı kulüplere geçerek öğrendiği tırmanış becerileri ve sonunda 9- tırmanabiliyor olması anlatıldı. Daha da vahimi tüm bunları bir kağıttan okudu. Sıklıkla "falan" dedi. 9- sunumda çok kez geçtiği için aklımda kalan derece oldu. Bu noktadan sakatlıklar sebebiyle Sumru artık 9- değil 6 derece tırmanabiliyordu. 7000liklere gitmeye çabalamıştı fakat olmamıştı. M2-M3 mix tırmanmıştı, WI3 e kadar ulaşmıştı ama daha ileriye gitmesine vücudu izin vermemişti. Bunlar biraz da kurban rolünü andıran bir tonda anlatıldı. Sumru da ihtiraslarıyla, derece kaygılarıyla, all-rounder olma yolundaydı ancak sakatlıklar peşini bırakmamıştı. Sumru çoğumuz gibiydi.

Sumru’nun sunumunun bu bölümü, sansasyonel ikinci bölümü olmasaydı da benim için oldukça hayal kırıklığıyna sebebiyet verirdi.. Sumru kişisel hikayesini acıklı bir tonda anlatıyor, sıkça “ben” diyor ancak sakatlık süreci, fizyolojisi, tırmanış ile sakatlıkların ilişkisi ile ilgili yeni bir şey yine söylemiyordu. Dinlediğimiz konuşma sıkça sakatlanan yakın arkadaşlarımın ve benim hikayesinin benzeriydi. Çoğumuz gibiydi derken aslında bundan bahsediyorum. Beni, bizi, bize tekrar anlattı.  Bende yarattığı his “E ne dinledik ki biz şimdi?” oldu.

“Kadınlar Matinesi” bölümü oldukça sakin bir tonda başlamıştı. Kadın tırmanıcıların tanık olduğu zorbaca tavırlar, insanlık dışı davranışlardan örnek verildi. Bazı örnekler bizleri cidden şoke etti. Sumru O’na atılan mesajlardan örnekler okudu, bazı mesajları birkaç kez okudu, çoğumuzu da düşüncelere boğdu. Boğdu da, soru cevap kısmında iş garip bir hal almaya başladı. Aramızdaki en nahif en insancıl ve en demokrat insan olan dostum Burak’ın üslup ile ilgili sorusu ile salon bir anda, anlam veremediğimiz bir şekilde çalkalanmaya başladı. Burak’ın sorusu “biraz daha az keskin söylemlerle daha anlaşılır olmaz mısınız?” minvalinde bir soruydu. Oldukça da yapıcıydı. Ancak konu birden Burak’ın montajlarından biri olan bir videoya geldi. Burak “ben bunu sizinle aynı yerden baktığımı paylaşmak için yaptım” dese de arka sıralardan “Gösterebilir misin burada” diyen Arda’nın tepkisi ile gerilim daha da tırmandı. Arda "1900lerin başında kadınlar üniversiteye bile gidemiyordu" diyerek bizleri aydınlatarak devam etti. Burak defalarca niyetini açıklasa da, etkinlikten önce özel mesaj olarak gönderdiği video bağlamından koparılarak bir grup insan ile çoktan paylaşılmıştı. Salondaki dinleyicilerin bir kısmı ise Burak’ı zan altında bırakan söylemlerin etkisi ile o anda peşinen yargıya vardı. Yakın dostum medenilikten taviz vermeden cevap veriyor ancak salona yetmiyordu. Sesler yükseldi, bir taraf “bir dakika anlatayım” dedikçe sloganvari tonda laflar atıldı.  Tıpkı gösterisinin 15 saniyelik bölümünün kesilerek Twitter ortamına atılan ve linçlenen stand-upçıların yaşadığına benzer bir şey yaşandı. Son olarak hepimiz kafasında oluşan öfke, soru işaretleri ve şaşkınlıkla öğle arasına geçildi. Hepimiz oldukça üzgün, öfkeli, kırgın ve şaşkındık. İçinde bulunduğumuz durumun ne olduğuna anlam veremedik.

Tüm bunların sonrasında salonda tartışan gruplar sanki arkadaşlar değil de aralarında bir fay kırığı olan iki toprak parçası gibi ayrıldı. Aykut ve Burak’ın sunumunu dinlemeden çekip gittiler ya da boykot ettiler. Biri Almanya’dan diğeri Çekya’dan gelen, saatlerce süren hazırlık sonrası -ki Aykut’un sunum üzerinde biraz daha çalışmak için son gece 3’e kadar çalıştığına şahidim- yaptıkları konuşma bu anlamsız ve tatsız olayın gölgesinde mide bulandıran, acımsı bir tat ile geçti.

Şunca küçük ve yüksek eğitimli camiamızda asgari medeniyet içeren bir iletişimi başaramayarak günü tamamladık. Köprüler onarılmaz halde, herkes yine kendi yaşamına çekildi. Verilmek istenen bir mesaj vardı ise bile çoğumuz onun ne olduğunu hatırlamıyoruz. Tüm bu yaşananlardan sonra iyi niyetin ve harcanan emeğin şımarıkça kaprislerle heba edildiğini düşünüyorum. Kimse, hiçbirimiz bundan ders çıkarmak için zahmet etmesin zira farklı paralel evrenlerin insanlarıyız. İki paralel evren gibi birbirimize temas etmemek ümidiyle.


22.04.2024

Kartal, İstanbul 

25 Mart 2024 Pazartesi

Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Goodreads)

 

Çanlar Kimin İçin ÇalıyorÇanlar Kimin İçin Çalıyor by Ernest Hemingway
My rating: 5 of 5 stars

"Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor."

İspanya İç Savaşı'nı ve dönemin ruhuna tanık olmak için şahane bir eser. ABD'den enternasyonal taburuna katılan Robert Jordan'ın gözünden bir çok toplumsal etkileşimi bir arada görebiliyoruz. Tüm bunları Hemingway'in üslubundan okumak olay örgüsünü kolay kavramamızı sağlıyor. Anlaşılır bir dille art arda gelen cümleler ilk okuyuşta basit gibi gelse de metnin satır aralarında ve arka planında metni tekrar tekrar okutan mesajlar içeriyor.
Robert Jordan'ın adanmış kişiliğine, iç konuşmalarıyla olayları kavrayışına, diğer direnişçilerle ilişkilerine ve romantik hayatına tanık oluyoruz. Toplumsal bir çekişmenin ortasında hem politik, yönetsel ilişkileri kotarmaya çalışırken hem de askeri detayları ve hesaplamaları titizlikle kontrol ediyor. Hemingway sıradışı bir karakter yaratsa da onu insanüstü bir seviyeye çıkarmıyor. Direniş grubu içinde "çelik gibi" insanlardan ziyade toplumun tamamında karşılaşabileceğimiz insanlardan birer örnek olması romanı gerçekçi bir zemine oturtuyor. Roman bir direniş mücadelesini hikayesi gibi de ele alınabilir, olayların ortasında birbirine aşık bir çiftin hikayesi gibi de ele alınabilir. Okuyucunun bakış açısına göre çok farklı kapılar açabilen bir metindir. Özellikle romanda insanın kendini yaratım süreci ile ilgili varoluşçu göndermeleri, "kişinin her durumda bir seçim hakkı vardır" mesajı ile hissedilirken, talihsizlikler ve yenilgiler Stoacı bakış açısı ile de değerlendiriliyor.

Birçok kült eser gibi "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" insanın ömrü boyunca ilkgençlikte, yetişkinlikte ve yaşlılıkta okunarak, her okuyuşunda insanı farklı açıdan düşünmeye,keşfetmeye iten bir eser.



View all my reviews

21 Mart 2024 Perşembe

Alpler'in Son Üç Problemi (Goodreads)

 

Alpler'in Son Üç ProblemiAlpler'in Son Üç Problemi by Anderl Heckmair
My rating: 5 of 5 stars

Efsanevi Münih Ekolü'nün alpinizmi kasıp kavurduğu yıllardan kesit alan kitap Alpler'de son tırmanılan 3 büyük duvarın birer rekabet arenasına dönüşümünü aktarıyor. Nazizmin yükselişe geçtiği yıllarda Alman dağcılığı, hem nasyonal sosyalist ideoloji için kullanışlı bir araç olurken hem de iki dünya savaşı arasında işsizlik ve ekonomik krizden bunalan Alman gençlerinin kendini ifade aracı halini alıyor. "Ari ırkın kahraman dağcıları" kavramını pompalayan Nazi iktidarı gençleri "yap ya da öl"e varan bir rekabet içine de çekiyor. Dönemde ilk çıkışlar için görülen rekabet sadece Almanlar arasında değil diğer ulusları da kapsayan (İtalyan,Fransız) ölümcül bir yarışmaya evriliyor. Yazar Anderl Heckmair kitabın sonraki basımlarındaki ön sözlerinde hiç bir zaman Nazi iktidarı ile ilişkisi olmadığını iddia etse de dönemin konjonktürü içinde yolların kesişmediğini söylemek güç. Kaldı ki Heinrich Harrer gibi bir nasyonal sosyalisti duvar üzerinde ip bir birliği yapacak kadar tanıyor olması da bu iddiayı kuvvetlendiren bir unsur.

Efsanevi Eiger Kuzey yüzünde Toni Kurz, Andreas Hinterstoisser, Max Sedlmeyer, Karl Mehringer, gibi güçlü dağcıların ölümleriyle sonuçlanan denemelerin hikayesiyle başlayan kitap, Heckmair' in dağ rehberliği ile geçindiği dönemde gönlünde yatan aslanın Eiger Kuzey Yüzü ilk çıkışı olduğunun itirafıyla devam ediyor. Bu tırmanışta buz ve kaya etaplarında çağ atlatacak bir ekipmanın ortaya çıkışına da tanık oluyoruz: 12 dişli krampon. Benzer şekilde Alman ordusunda yoğun bir şekilde kullanılan "Pervitin" (askerler arasıdaki ismi: Panzerscholade) isimli uyarı ilacın da duvardaki tırmanıcılar arasında "şöyle bir" göründüğünü de eklemek gerekir.

Ekip üyelerinden birinin (Ludvig Vörg) 2. Dünya savaşında doğu cephesinde ölmesi, Heckmair'in savaşta bir askerken cepheden izinli olarak eve geldiğinde tırmanışa gitmesi dönemin karamsar ruhunu yansıtırken, bu karanlık dönemde bazı insanların tırmanış ile kendilerine nefes alacak alan yarattıklarını görüyoruz.

Heckmair'i epik Eiger Kuzey yüzü tırmanışından sonra en az onun kadar güçlü İtalyan dağcı Ricardo Cassin'in ilk çıkışını yaptığı Walker Spur' un dramatik koşullarda tekrarını yaparken de görüyoruz.

Tüm bu yüzlerden daha önce Toni ve Franz Schmid kardeşler tarafından tırmanılan Matterhorn Kuzey Yüzü'nün hikayesi de yine Heckmair'in mütevazı kaleminden anlatılıyor.

1930'ların sert teknik alpin denemelerine ilgisi olan okuyucuyu cezbeden kitabın dili de teknik detaylara boğulmamış, oldukça akıcı. Heckmair Alman yazarlarda pek görülmeyen bir içtenlikle Alplerdeki maceralarını bu kitapla tarihe not düşüyor.

21.032024 

Moskova Önlerinde

  Moskova Önlerinde by Aleksandr Bek My rating: 5 of 5 stars Moskova çarpışmalarındaki gerçek olaylara dayanan roman, Aleksandr Alfredovi...